“Çalarsam beni evlat edinir misin?” dedi evsiz kız, milyonerin piyano hakkında…
.
.
“Çalarsam Beni Evlat Edinir misin?”
İstanbul’un sisli bir pazartesi sabahıydı. Boğaz’dan gelen nemli rüzgar, şehrin üzerinde dolaşıyor; Nişantaşı’ndaki lüks çatı katı dairesinin büyük camları önünden geçen bulutları yansıtıyordu. Mehmet Yılmaz, teknoloji ve tarım sektörlerinde milyonlarca liralık yatırımları olan, soğuk ve öngörülebilir bir hayat süren bir iş adamıydı. Hayatında duygulara, sürprizlere yer yoktu; her şey önceden planlanmıştı.
O sabah, zırhlı Mercedes’iyle Taksim trafiğinden kaçmak için Eskişehir’in dar sokaklarına girdi. Şoförü Hakan, alternatif bir yol seçmişti. Mehmet, arka koltukta raporları incelerken alışılmadık bir görüntü dikkatini çekti. Eski bir apartmanın saçağı altında, zayıf görünümlü bir kız çocuğu, parmaklarını kartondan bir parça üzerinde hareket ettiriyordu. Kartona piyano tuşları çizilmişti. Kız, büyük kahverengi gözleriyle kartonun başında öyle ciddi, öyle disiplinli çalışıyordu ki Mehmet bir an donakaldı.
Başlangıçta bunun bir numara olduğunu düşündü. Belki de geçenlerin acımasını kazanmak için bir oyun. Ama arabanın yavaşlamasını istedi, dikkatlice izledi. Kızın parmak hareketleri rastgele değildi; belirli bir melodi vardı. Şopen’in zor bir parçası! Bir sokak çocuğu nasıl böyle bir şeyi bilebilirdi?
Mehmet arabadan indi, takım elbisesiyle çevreye zıt bir görüntü sergiliyordu. Kız ona bakınca hareketlerini durdurdu. Mehmet alaycı bir sesle,
“Piyano çalıyormuşsun öyle mi? Kartondan piyano!” dedi.
Kız cevap vermedi, sadece baktı.
Mehmet devam etti:
“Eğer gerçek bir piyanoda beni etkileyebilecek şekilde çalabilirsen seni evlat edinebilirim bile.”
Kelimeler ağzından öylece çıktı. Aslında gerçek bir niyeti yoktu. Sadece bir provokasyondu.
Kız ise sakin, kararlı:
“Kabul ediyorum,” dedi.
Mehmet bir an şaşkına döndü. Bu cevap onu hazırlıksız yakalamıştı. Sahteliği ortaya çıkarmak istiyordu. Atatürk Kültür Merkezi’ni düşündü.
“Öğleden sonra saat üçte Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi’nde ol. Sana gerçek bir piyano vereceğim,” dedi.
Kız başını salladı, karton piyanosunu topladı.
Gün boyunca Mehmet’in aklından o kızın görüntüsü gitmedi. Toplantılarda, telefonlarda, raporlarda hep o kararlı bakış gözünün önündeydi. Öğleden sonra asistanı Elif’e önemli toplantıları iptal ettirdi. Elif şaşırmıştı; Mehmet Bey asla toplantı iptal etmezdi.
Saat üçte Atatürk Kültür Merkezi’ne vardılar. Kız hâlâ oradaydı, karton piyanosunu yanında düzenli bir şekilde katlamıştı. Mehmet arabadan indi,
“Gel,” dedi.
Kız karton piyanosunu aldı, Mehmet’in arkasından yürüdü. Arabanın içi ona tamamen yabancıydı. Deri koltuklar, klima, ekranlar… Hiçbir şeye dokunmadı, sessizce oturdu.
Kültür Merkezi’nde Mehmet önceden haber vermişti. Sahne görevlisi Murat Bey onları karşıladı. Büyük salon boştu. Sahnede muhteşem bir Steinway piyano parlıyordu. Kız piyanoya bakınca ilk kez yüzünde bir ifade belirdi. Gözleri parladı.
Üç müzisyen geldi; biri İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’ndan Kenan Hoca’ydı. Mehmet, durumu anlattı. Bir çocuğu test etmek istiyordu. Müzisyenler şaşkın ama meraklıydı.
Kız sahneye çıktı, ayakları tahtalarda ses çıkardı. Steinway’in önüne oturdu. Ayakları pedallara yetmiyordu ama elleri tuşların üzerinde mükemmel pozisyon aldı. Salon sessizliğe gömüldü. Sonra ilk notalar geldi. Schopen’in Nocturne’ü… Herkes dondu. Ellerindeki zarafet, güç ve duyguyla, salon müzikle doldu. Bu sadece teknik bir performans değildi; müziğin içinde derin bir acı ve umut vardı.
Müzik bittiğinde salon sessizliğe gömüldü. Sonra Kenan Hoca alkışlamaya başladı, diğerleri de katıldı. Mehmet ise hareket edemiyordu. Zihninde fırtınalar kopuyordu. Test edilen Leyla değil, kendisiydi.
Kenan Hoca yaklaştı:
“Evladım, ismin ne?”
Kız: “Leyla.”
“Kim öğretti sana?”
Leyla’nın gözleri nemlendi ama konuşmadı. Sadece başını salladı.
Mehmet yavaşça sahneye yürüdü.
“Nerede yaşıyorsun? Ailen nerede?”
Leyla: “Dedemle yaşıyorum. Ama o yaşlı ve hasta. Bazen sokakta kalıyoruz.”
Mehmet’in içi burkuldu.
“Annen baban?”
“Annem artık yok. Babamı hiç tanımadım.”
Kenan Hoca araya girdi:
“Bu çocuğa konservatuvar eğitimi verilmeli. Ben rehberlik edebilirim.”
Mehmet bir karar verdi:
“Bugünden itibaren Leyla’nın eğitimini ben üstleniyorum. Gerekli tüm düzenlemeleri yapacağım.”
Leyla ona döndü:
“Sözünü tutacak mısın?”
Mehmet bir an durdu, sabah verdiği sözü hatırladı.
“Evet. Sözümü tutacağım.”
O akşam Leyla’yı dedesinin yanına bırakmayı teklif etti. Kız onu Fatih’te eski bir apartmanın bodrum katına götürdü. Kapıyı yaşlı bir adam açtı; Ali Demir. Mehmet kendini tanıttı.
“Leyla’nın eğitimi konusunda yardımcı olmak istiyorum.”
Ali Demir’in yüzü sertleşti:
“Zengin adamlar genelde bir şey karşılığında yardım ederler. Sizin amacınız ne?”
Mehmet:
“Hiçbir karşılık beklemiyorum. Leyla’nın yeteneği kaybolmamalı.”
Ali Demir kapıyı biraz daha açtı:
“Torunumun yeteneğini biliyorum. Kızım ona öğretti. Ama şimdi kızım yok. Torunuma zarar vermek isteyenler oldu. Ona sahip çıkacağım.”
Mehmet kapının önünde kaldı. Yaşlı adam haklıydı. Neden güvensin ki? Ama bir şeyler çözülmeye başlamıştı. Bu çocuğa yardım etmek istiyordu. Belki ilk kez gerçekten biriyle ilgileniyordu.
Ertesi gün avukatı Selim Bey’i aradı.
“Bir çocuğun velayeti konusunda danışmak istiyorum.”
Evlat edinme kelimesi ağzında tuhaf durdu. Henüz değil ama olasılıkları öğrenmek istiyordu.
Bir hafta sonra Selim Bey tekrar aradı.
“Durum beklenenden karmaşık. Leyla Demir 9 yaşında. Dedesiyle yaşıyor. Anne Ayşe Yılmaz. Piyanist.”
Mehmet dondu. Kendi soyadı. Ayşe bir anı patladı. Kız kardeşi. Yıllar önce aralarında tartışmalar olmuştu. Mehmet iş kurarken ailesinden destek istememişti. Ayşe müzisyen olmak istemişti. Kavgalar, kopuş. Şimdi o çocuk Ayşe’nin kızıydı. Yeğeniydi.
Mehmet hemen Fatih’e gitti.
“Ayşe’nin kardeşiyim,” dedi Ali Demir’e.
Yaşlı adam dondu.
“Kız kardeşini terk eden adam…”
Mehmet başını eğdi.
“Evet. Yıllar önce hata yaptım ama şimdi yardım etmek istiyorum.”
Ali Demir acı bir kahkaha attı:
“Yardım mı? Kızımın sana ihtiyacı olduğunda neredeydin?”
Mehmet cevap veremedi. Leyla içeriden geldi:
“Dede kim geldi?”
Ali Demir içeri baktı, sonra Mehmet’e döndü:
“İçeri gel. Ama torunumu üzmeyeceksin.”
O küçük evde eski bir piyano vardı. Leyla piyanonun yanında oturuyordu, Mehmet’i görünce sevindi. Ayşe’nin gözleri, aynı bakış. Ali Demir sandalye gösterdi.
Ayşe senden bahsederdi. Zengin ve başarılı ama ailesini unutan adam. Ona yardım etmedin. Hiç ihtiyacını sordun mu?
Mehmet başını salladı:
“Hayır. Hata yaptım ama şimdi Leyla için bir şeyler yapmak istiyorum. Onun eğitimi için, geleceği için.”
Ali Demir öne eğildi:
“Torunumun geleceği senin paranla mı olacak? Para her şey değil. Leyla’nın ihtiyacı olan sevgi, aile, güven. Bunları verebilir misin?”
Mehmet sessizce düşündü.
“Öğrenmek istiyorum. Leyla’yı tanımak, yardım etmek istiyorum.”
Leyla araya girdi:
“Dede lütfen. Bu adam sözünü tuttu. Beni gerçek bir piyanoda çalmama izin verdi ve müzik hocaları beni gördü. Belki bana yardım edebilir.”
Ali Demir torunun yüzüne baktı. Gözlerindeki umut onu yumuşattı.
“Tamam. Ama dikkatli olacağız. İlk yanlış adımında seni Leyla’dan uzaklaştırırım.”
Sonraki günlerde Mehmet düzenlemeler yaptı. Kenan Hoca’yla özel dersler ayarladı. Leyla için Nişantaşı’ndaki dairede bir oda hazırlandı. Yeni giysiler, kitaplar, piyano… Ali Demir başta çekimserdi ama torunun mutluluğunu görünce kabul etti.
Leyla haftada birkaç gün Mehmet’in dairesine gelmeye başladı. İlk günler tuhaftı. Mehmet bir çocukla nasıl vakit geçireceğini bilmiyordu. Leyla sessizdi ama piyanonun başında başka biri oluyordu. Müzik onun diliydi.
Bir akşam Leyla piyanonun başında durdu:
“Amca, bana kızacak mısın?”
Mehmet şaşırdı:
“Neden kızayım ki?”
“Çünkü sana sorun çıkarıyorum. İşinden zaman alıyorum. Belki benden yoruldun.”
Mehmet yanına oturdu:
“Leyla, sana söz verdim ve ben sözümü tutarım. Sen benim için sorun değilsin. Sen benim için bir hediyesin.”
Leyla gözlerini sildi:
“Seni seviyorum amca.”
Mehmet’in nefesi kesildi. Uzun zamandır kimse ona böyle bir şey söylememişti.
“Ben de seni seviyorum Leyla,” dedi. Ve bu kelimeler ilk kez samimi geldi.
Günler haftalara döndü. Mehmet ve Leyla arasındaki bağ güçlendi. Artık birlikte kahvaltı yapıyor, parka gidiyor, müzikten konuşuyorlardı. Mehmet işinde bile değişti. Toplantıları erkenden bitiriyor, Leyla’nın piyano derslerine geliyordu. İş arkadaşları şaşkındı.
Bir yıl sonra Leyla Atatürk Kültür Merkezi’nde ilk konserini verdi. Salon doluydu. Mehmet ön sıradaydı, Ali Demir yanında, Cem de gelmişti. Leyla sahneye çıktığında alkışlar koptu. Küçük kız büyük piyanonun başına oturdu ve çalmaya başladı. O ilk gün karton piyano üzerinde çaldığı melodi şimdi gerçekti. Salon müzikle doldu. Mehmet gözlerini sildi. Bu küçük kız bir yıl önce sokakta karton bir piyanoda çalarken bulduğu çocuk şimdi bir sahnenin yıldızıydı. Ama daha önemlisi Mehmet’in kızıydı. Kan bağıyla değil, sevgiyle.
O gece eve dönerken Leyla sordu:
“Amca, mutlu musun?”
Mehmet ona baktı:
“Evet. Hayatımda ilk kez gerçekten mutluyum.”
Leyla elini tuttu:
“Ben de. Çünkü sen sözünü tuttun ve bana öğrettin ki bazen en güzel şeyler beklenmedik yerlerde bulunur. Karton bir piyano bile bir hayatı değiştirebilir.”
Mehmet gülümsedi.
Evet, bir karton piyano her şeyi değiştirmişti. Ona aile olmanın ne demek olduğunu göstermişti. Ve en önemlisi ona ikinci bir şans vermişti.
.