Garson Annesinin Cenazesine Gitmedi Çünkü Çalışıyordu — Milyarder Duydu Ve İnanılmazı Yaptı

Garson Annesinin Cenazesine Gitmedi Çünkü Çalışıyordu — Milyarder Duydu Ve İnanılmazı Yaptı

.
.

Garson Annesinin Cenazesine Gitmedi Çünkü Çalışıyordu — Milyarder Duydu Ve İnanılmazı Yaptı

İstanbul’un kalbinde, İstiklal Caddesi’nin en lüks restoranlarından biri olan Asil Restoran’da Çarşamba günü saat 14:00 sularında siyah üniforması içinde bir kadın garson titreyen elleriyle kristal bardaklara su döküyordu. Adı Ayşe Yılmaz’dı. Gözleri kıpkırmızı, yüzü solgundu. Önlüğünün cebindeki telefon sürekli titriyordu; kardeşinden gelen beşinci cevapsız aramaydı bu. Masada oturan adam, zarif ve mükemmel kesimli takım elbisesiyle ona dikkatle bakıyordu.

“İyi misiniz?” diye sordu adam. Ayşe bir an profesyonellik maskesini kaybetti, gözyaşları doldu gözlerine. “Annemin cenazesi bugün,” diye fısıldadı. “Ama işe gelmezsem işimi kaybederim. İki çocuğumu beslemem gerekiyor.” Adam donup kaldı. Sonraki saatlerde yaptığı şey, Ayşe’nin hayatını sonsuza dek değiştirecekti.

Ayşe Yılmaz, 37 yaşındaydı ama yüzü yılların yorgunluğunu taşıyordu. Koyu saçları sıkı bir topuz halindeydi, şakaklarında birkaç beyaz tutam görünüyordu. Makyajsız yüzü solgundu, gözlerinin altında morluklar vardı. Elleri, bulaşık yıkamaktan ve ağır tepsiler taşımaktan yıpranmıştı. İstanbul’un en pahalı restoranlarından birinde garson olarak çalışıyordu. İstiklal Caddesi’nde bir öğün yemek, onun haftalık maaşından daha pahalıydı. Müşteriler, yıllık kazançlarından daha değerli arabalarla geliyordu. Bir şarap siparişi, birçok kişinin aylık kirasına eşitti. Ama bu iş, Ayşe için istikrarlı bir gelir demekti ve onu kaybetmek istemiyordu.

O sabah saat 5’te, Ayşe küçük dairesinde uyandı. Gri blokların olduğu, asansörlerin asla çalışmadığı, merdivenlerin sidik koktuğu bir mahalledeydi. Daire küçüktü; bir oda, küçük bir mutfak ve penceresiz bir banyo vardı. İki çocuğu, 9 yaşındaki Emre ve 7 yaşındaki Elif hâlâ uyuyordu. İnce battaniyeler altında kıvrılmışlardı. Emre, küçük kız kardeşini koruyucu bir şekilde sarıyordu, Elif ise soluk renkli peluş tavşanına yüzünü yaslamıştı.

Ayşe kapı pervazında durdu, onlara bakarken içinde bir şey kırılıyordu. Annesi Fatma Yılmaz, üç gün önce 71 yaşında hayatını kaybetmişti. Hayatının çoğunu çamaşırhane işçisi olarak geçirmiş, zenginlerin çarşaflarını kuruşlarla temizlemişti. Elleri kimyasallardan çatlamış, sırtı ağrıyor ama asla şikayet etmemişti.

Ayşe, annesinin hastanede son anlarını hatırlıyordu. Hastane koridorları klor kokuyor, monoton bip sesleri makinelerden yükseliyordu. Annesinin yüzü grimsi, gözleri kapalıydı. Ayşe elini tuttuğunda soğuktu, çok soğuk. “Anne,” diye fısıldadı. “Buradayım.” Ama cevap yoktu. Annesi sessizce gitti, vedalar olmadan, üzgünüm veya seni seviyorum demeden. Arkasında 8.000 lira tutarında bir hastane faturası ve düzenlenmesi zor bir cenaze bıraktı.

Kardeşi Mehmet, gece saat 10’u geçerken aradı ve Ayşe’den cenazeye katılmasını istedi. Ayşe midesi düğümlendi. “Yarın mı? Daha iyi bir cenaze için paramız yok,” dedi Mehmet. “Ben çalışıyorum, yapamam,” diye karşılık verdi Ayşe. Mehmet sertleşti. “Bu annemizin cenazesi.” Ayşe, “Biliyorum,” dedi fısıltıyla. “Ama işe gelmezsem kovulurum. Patronum açıkça söyledi.” Mehmet ısrar etti, ama Ayşe’nin iki çocuğu vardı ve onları beslemek zorundaydı.

O gece Ayşe, karanlık mutfağın köşesine oturup ağladı. Çocukları uyandırmamak için ağzını eliyle kapattı, gözyaşları yüzünden sessizce akıyordu. Boşluk kalana kadar ağladı, sonra sabah kalktı, siyah üniformasını giydi, saçlarını sıkıca topladı ve evden çıktı. Çocuklarına “İşe gidiyorum, akşam dönerim,” dedi. Emre yarı uyanık gözlerini açıp “Anne, nereye gidiyorsun?” diye sordu. Ayşe, “Söz mü? Söz,” diyerek onları öptü ve dışarı çıktı.

Otobüs tıklım tıklımdı. Ayşe kalabalık arasında sıkışmıştı. Kirli camdan İstanbul sokaklarına bakarken, annesinin cenaze töreninin birkaç kilometre ötede başladığını biliyordu. Gözyaşlarını sildi, kimse fark etmesin diye acele etti.

Restoranın kapısı açıldı, Ayşe görevine başladı. Patronu Ayten Hanım, soğuk ve sert bakışlarıyla onu izliyordu. “Bugün VIP rezervasyonlarımız var. Hatalara ve dramatik sahnelere izin veremem,” diye uyardı. Ayşe, mekanik bir gülümsemeyle masalara servis yaptı. Zihni tamamen başka yerdeydi; annesinin tabutu, Zincirli Kuyu Mezarlığı’ndaki mezar, kardeşi Mehmet’in soğuk bakışları…

Saat 14:00’te, cenaze töreni başlarken, Ayşe yine telefonuna baktı. Kardeşi Mehmet cevap vermiyordu. Telefon defalarca çaldı ama o, 7 numaralı masada, caddeye bakan büyük pencereli masada su dökerken titriyordu. Sürahi elinde sallandı, su beyaz masa örtüsüne döküldü. “Özür dilerim,” dedi fısıldayarak, gözyaşları yanaklarından aktı.

Tam o sırada, yan masada oturan adam ona yaklaştı. Kerem Aydemir, Türkiye’nin en zengin iş adamlarından biriydi. Takım elbisesi İtalyan kesimiydi, bileğindeki saat markası milyonluk bir değere sahipti. Ama onu asıl etkileyen bakışlarıydı; Ayşe’ye bir insan gibi, gerçek bir ilgiyle bakıyordu.

“İyi misiniz?” diye sordu Kerem. Ayşe, annesinin cenazesine gitmediğini, işe gelmek zorunda olduğunu anlattı. “İşe gelmezsem işimi kaybederim. İki çocuğumu beslemem gerekiyor,” dedi. Kerem sessizce cebinden kalın bir deri cüzdan çıkardı, içinden büyük miktarda banknot saydı ve masaya koydu. “Bu, altı aylık maaşınız,” dedi. “Şimdi gidin, annenizin cenazesine katılın. Taksi tutun, otobüs değil.”

Ayşe inanamadı. “Alamam,” dedi. Kerem kararlıydı: “Alacaksınız. Çünkü her anne, son yolculuğunda çocuklarının yanında olmayı hak eder.” Cüzdanın yanına bir kartvizit koydu. “Şirketim işe alıyor ve asla insanları iş ve aile arasında seçim yapmaya zorlamaz.” Kartta “Kerem Aydemir, CEO, Aydemir Holding” yazıyordu.

Ayşe boğazı düğümlenmiş, gözyaşları içinde teşekkür etti. Kerem, “Gerekmez. Sadece git. Annen bekliyor,” dedi.

Ertesi gün Ayşe, kartvizitteki adrese gitti. Modern, cam ve çelikten oluşan bir ofis binasıydı. Güvenlik onu şüpheyle karşıladı ama Kerem’in asistanı gelip onu aldı. 20. kata çıkarken Ayşe kendini başka bir dünyada hissetti. Kerem onu sıcak bir şekilde karşıladı ve “Neden bunu yaptığımı merak ediyorsunuz,” dedi. “20 yıl önce ben de fakir bir öğrenciydim. Annem kanserdi ve ben üç vardiyada çalışıyordum. O öldüğünde ben fabrikada vardiyadaydım. Yetişemedim. O günden beri pişmanım. Seni gördüğümde kendimi gördüm ve bu sefer bir şeyi değiştirebilirim dedim.”

Ayşe duygulandı, Kerem’in teklifini kabul etti. Vakfının müşteri hizmetleri bölümünü yönetecekti. Maaşı 8.000 lira net, yan hakları vardı, esnek çalışma saatleri sayesinde çocuklarını okuldan alabilecekti. İş ve aile arasında seçim yapmak zorunda kalmayacaktı.

Ayşe, hayatında ilk kez istikrarı buldu. Çocukları mutlu, okulda başarılıydı. Faturalarını ödeyebiliyor, birikim yapabiliyordu. Kerem ise ona sadece bir patron değil, gerçek bir dost ve mentor olmuştu.

Ayşe, vakfın tüm departmanını yönetir hale geldi. Yardıma muhtaç insanlara umut oldu. Bir gün yanına gelen Zeynep adlı bir kadın, iki çocuğuyla kocasını yeni kaybetmişti ve cenaze masraflarını karşılayamıyordu. Ayşe ona kendi birikiminden para verdi ve “Endişelenme, geri ödeme konusunda sana destek oluruz,” dedi.

Ayşe, Kerem’den öğrendiği en önemli dersi anladı: Para değil, insanları görmek, durmak ve önemsemek. Annesinin cenazesinden üç yıl sonra Zincirli Kuyu Mezarlığı’nda, annesinin mezarını çiçeklerle süslerken yanında çocukları, kardeşi ve Kerem vardı. O gün Ayşe, annesinin gurur duyduğunu hissetti.

On yıl sonra Ayşe, Aydemir Vakfı’nın direktörüydü. Binlerce aileye yardım etmiş, sığınaklar inşa etmiş, umut olmuştu. Ve bu her şey, bir garsonu gören, onu insan olarak gören bir milyarderin iyiliği sayesinde başlamıştı.

.

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News