Garson Her Gün Gizlice Yaşlı Bir Adamı Besledi — Bir Sabah İki SUV Önünde Durdu
.
.
Ayşe’nin Hikayesi: Bir Tabak Çorbanın Değiştirdiği Hayat
İstanbul’da bir sabah, Moda Caddesi’nde yağmurun ıslattığı kaldırımlar parlıyordu. Şehir henüz uyanmamıştı, simit kokusu fırından sızıyordu. Ayşe Yılmaz, 32 yaşında, Kadıköy’deki küçük lokantası Çınaraltı’nın kilidini çevirdi. Ellerinde bulaşık yıkamaktan çatlaklar, solmuş önlüğünde küçük bir delik vardı. Gözleri yorgundu ama dikkatliydi; hayat ona insanları ince yazıyla yazılmış kitaplar gibi okumayı öğretmişti.
Her sabahın ilk hareketi çay demlemekti. Sonra pencereye bakar, İstanbul’un uyanışını izlerdi. Altı aydır her gün bakışları arka çıkışa kayardı. Çöp bidonunun yanında, eski bir garaj çatısının altında kıvrılmış bir yaşlı adam otururdu. Kimse onun adını bilmezdi, kimse sormazdı, kimse görmezdi. Yüzü derin çizgilerle kaplıydı, cildi gri, sakalı dolaşık ve kırıntı doluydu. Üzerinde eski bir asker paltosu, delik bir kazak ve bağcıksız ayakkabılar vardı.
Ayşe her gün ona bakardı ve kalbi göğsünde sıkışırdı. Acıma değildi bu; daha derin bir tanıma duygusuydu. Çünkü o da bir zamanlar görünmezdi. Altı ay önce bir karar verdi. İlk başta sadece ekmek bıraktı, bayat ekmek. Sonra çorba, dünden kalma ama sıcak. Her gün açılıştan önce arka kapıdan bir şeyler çıkarıyordu. Patron Ahmet Bey görseydi onu kovardı, çünkü “iş iştir, merhamet kirayı ödemez.” Ama Ayşe başka türlü yapamıyordu.
Yaşlı adam tabağı aldığında elleri titriyordu. Açlıktan değil, minnettarlıktan. Sanki bir şey söylemek istiyordu, her bakış bir itiraf gibiydi. Gözlerinde sönmeyen bir alev vardı. Sonra başını çevirir, sessizce yerdi. O sabah farklıydı. Ayşe arka kapıyı açtığında yaşlı adam ayaktaydı. Elleri vücudunun yanında, gözleri kırmızıydı. Elinde küçük bir madalyon sıkıyordu. “Ayşe Hanım,” diye fısıldadı ilk kez adını söyleyerek. “Artık biliyorlar. Burada olduğumu biliyorlar ve hemen gelecekler.” Kim? Ayşe yaklaştı, adam madalyonu açtı. İçinde eski bir fotoğraf vardı; bir kadın, gülümseyen, yanında oyulmuş kelimeler: “Zeynep’e sonsuza dek.”
O anda sokakta iki siyah Range Rover durdu. Takım elbiseli adamlar indi, en uzunu yaşlı adama yaklaşıp elini öptü. Diğerleri onu onur muhafızı gibi çevreledi, palto verdiler, arabaya bindirdiler. Ayşe şaşkınlıkla izledi. “O kim?” diye sordu adamlardan birine. Adam, “Mehmet Bey Özdemir. Bu şehrin yarısını inşa eden adam ve ailesinin 12 yıl önce öldü sandığı kişi,” dedi. Ayşe yerin ayaklarının altından kayıp gittiğini hissetti.
Ertesi gün yerel gazetede manşet çıktı: “Kayıp Milyoner İstanbul’da Bulundu.” Mehmet Özdemir, inşaat şirketi sahibi, yatırımcı, hayırsever. Karısının ölümünden sonra 12 yıl önce kaybolmuş, aile onu öldü ilan etmiş, mal varlığı oğullarına geçmişti. Ama neden? Bunu kimse yazmamıştı.
Akşam kapısı çalındı. Genç bir adam, Kerem Özdemir, babasının oğlu. “Babam hakkında konuşmak istiyorum,” dedi. Ayşe, “Söyleyecek bir şeyim yok,” dedi. Kerem, “Benim var,” diyerek içeri girdi. Babasının bir zamanlar büyük bir adam olduğunu, annesinin ölümünden sonra kırıldığını anlattı. “Oğullar olarak onu kurtarmaya çalıştık ama kayboldu. Bir mektup bıraktı: ‘Beni aramayın. Bunu hak ediyorum.’ Hayat devam etti, şirket bize geçti. Ve şimdi siz onu buldunuz. Ne istiyorsunuz? Para mı, ün mü? Medya sizi kahraman yapacak.”
Ayşe yumruklarını sıktı. “Bunu para için yapmadım.” “Peki neden?” “Çünkü açtı. Çünkü kimse bakmıyordu.” Kerem, “Babam sandığınız gibi biri değil. Kurban değil. Kutsal bir dilenci değil.” Pencereye gitti. “Ailesini terk eden bir adam. Baba olmak istemeyen bir adam.” Ayşe boğazında bir sıkışma hissetti. “Onu rahat bırakmamı mı istiyorsunuz?” “Hayır. Ne yaptığınızı bilmenizi istiyorum. Babam şimdi geri dönüyor. Artık olmayan bir eve. Siz mezarı açtınız.” Kerem çıktı, Ayşe yalnız kaldı.
Ertesi sabah pencere kenarında bir zarf buldu. Kalın beyaz mumla mühürlü. İçinde Mehmet Özdemir’den bir mektup vardı. “Sevgili Ayşe Hanım, bu sözleri okuyup okumayacağınızı bilmiyorum. Ama eğer bu mektubu elinizde tutuyorsanız, dünya bana bir şans daha verdi. 12 yıl gölge gibi yaşadım. Zeynep’in ölümünden sonra geri kazanılamayacak bir şeyi kaybettim. Kendime olan inancı. Oğullarımın gözlerine bakamadım. Şirketi yönetemezdim. Çünkü onun sağlığı pahasına inşa ettiğimi biliyordum. Kaçtım. Her şeyi bıraktım. Kaybolursam unutabileceklerini düşündüm. Ama siz beni gördünüz. Beni acımayla beslemediniz. Kimsenin görmediği bir adamı beslediniz. İsmimi değil, servetimi değil, geçmişimi değil. Sadece beni.”
Mehmet, Ayşe’ye vakfın kontrolünü verdiğini yazmıştı. Zeynep’in kurduğu ama oğulları tarafından kapatılan vakıf. “Belgeler noterdedir. Ne yapacağınıza siz karar vereceksiniz. Oğullarım kabul etmeyecek ve durdurmak için her şeyi yapacaklar.”
Üç gün sonra Ayşe, İstanbul merkezindeki bir noter ofisindeydi. Mehmet Özdemir yanında, Kerem ve Murat karşısında. “Bu kabul edilemez,” dedi Kerem. “Babam kötü psikolojik durumda.” Noter, “Babanız tam muayeneden geçti, işlemlerde ehliyetlidir,” dedi. Murat, “Bu kadın onu kullandı. Onu besledi. Ne için?” Ayşe, “Annelerinizden çaldığınızı geri almak için mi?” dedi. Vakıf Zeynep Özdemir’in fikriydi. Siz onu kapattınız, parayı aldınız, anıyı aldınız. Mehmet, “Ben onu çiğnetmenize izin verdim. Ama şimdi artık izin vermeyeceğim.” Kerem, “Bunu yapmana izin vermeyeceğim.” Mehmet, “İzin vermek zorunda değilsin.” Belgeyi imzaladı. Bugünden itibaren Ayşe Yılmaz, Zeynep Özdemir Vakfının yöneticisiydi.
Ayşe vakfı yönetmeye başladı. 20 kişi burs aldı, 50 aile destek gördü. Gençler meslek okullarında eğitim aldı, yaşlılar iş buldu. Kerem ve Murat vasiyete itiraz etti, hesapları engellemeye çalıştı, davaları kaybettiler. Mehmet Özdemir artık çöp bidonunun yanındaki yaşlı adam değildi. “Kendimi kaybettim ama anlam buldum. Dünya bana unutkanlık verdiğinde bana ekmek veren bir kadın sayesinde,” dedi. Medya bu hikayeyi sevdi, Türkiye sevdi, Ayşe şöhreti sevmedi ama işi sevdi.
Bir akşam Kerem kapıyı çaldı. Yağmurda, yorgun. “Girebilir miyim?” dedi. Sessizce oturdular. Sonunda, “Özür dilerim. Her şey için, söylediklerim için, yaptıklarım için, ihtiyacı olan oğul olmadığım için.” Ayşe, “Benden özür dilemene gerek yok. Ama onunla barışman gerek.” “Nasıl yapacağımı bilmiyorum.” “Ekmekle başla.” Bir hafta sonra Kerem, Mehmet’in kapısında simit dolu bir poşetle durdu. Baba ve oğul kucaklaştı ve ağladı.
Ayşe Çınaraltı’nda haftada iki gün çalıştı, zamanının geri kalanını vakfa ayırdı. Küçük bir ofis, eski bir masa, yardım ettiği insanların fotoğraflarıyla dolu duvarlar. Her cuma vakıf toplantısı vardı. Konferans yok, konuşma yok; sadece ortak bir yemek. Herkes bir şeyler getiriyor, uzun masada birlikte oturuyor, konuşuyor ve birbirlerini görüyordu. Mehmet Özdemir her zaman geliyordu, masanın sonunda oturuyordu. Bazen biri geçmişi soruyordu, “Kaybolmuş bir adamdım, sonra biri beni buldu,” diyordu. Ayşe başını çeviriyordu, hala birinin hayatının kahramanı olduğunu kabul etmeyi bilmiyordu.
Bir cuma, genç bir adam ofise girdi. Korku dolu bir yüzle, “Burada insanlara yardım ettiğinizi söylüyorlar. Soru sormadan, yargılamadan.” Ayşe, “Adın ne?” dedi. “Emre.” “Gel otur, çorba var, ekmek var.” Emre titreyen elle kaşığı aldı, gözyaşları aktı. Kimse konuşmadı, herkes yedi. Sessizlikte insanlık vardı.
Mehmet temizlikte yardım etti. “Sana asla düzgünce teşekkür etmedim,” dedi. “Etmene gerek yok.” “Etmem lazım. Çünkü yaptığın sadece aç bir adamı beslemek değildi. Görünmez sayılan bir adamı görmekti. Ve bana affedemediğin bir şey verdin. Dönme hakkı.” Ayşe, “Siz de bana bir şey verdiniz. Yaptığım şeyin anlamı olduğu hissi. Bir kase çorbanın her şeyi değiştirebileceği.” Mehmet madalyonu verdi: “İnsanı gör, kaderini değil.” Ayşe gözyaşlarıyla teşekkür etti.
O gece Ayşe, pencere kenarında mütevazı bir yemek yedi. Sokağa baktı, Mehmet’i, Zeynep’i, Emre’yi düşündü. Sıradan hayatının görünmeyen bir gücü olduğunu anladı. Çünkü görmek bir hediye değil, bir seçim. Ertesi gün lokantanın arkasında çöp bidonunun yanında ekmek dolu bir tabak ve bir mesaj bıraktı: “Bunu okuyorsan hatırla. Biri seni görüyor ve biri umursuyor. Cuma günü Moda Caddesi 17’ye gel. Yalnız değilsin.”
Ayşe Yılmaz hiç ünlü olmadı. Medya onu unuttu ama vakıf hâlâ çalışıyor. 130 kişi yardım aldı, 50 aile hayatını yeniden kurdu ve her cuma uzun masada bir zamanlar görünmez olan 20 kişi oturuyor ve artık varlar. Sadece varlar. Ve bu yeterli.
Bir tabak çorba, bir bakış, bir jest… Hayat dönüşebilir. Çünkü bazen ekmek duadan daha fazlasını kurtarır.
.