KADIN DÖKÜLMEKTE OLAN BİR EVE TAŞINIYOR… AMA YERİN ALTINDA BULDUĞU ŞEY HERKESІ ŞOKE EDİYOR
.
.
Kayıp Anılar ve Yeniden Doğuş
Ayşe, yüzünde kuruyan gözyaşlarını hissederek bebeğini sıkıca tutuyordu. Eşyalarını kaldırıma atan ev sahibi, gidecek başka yeri kalmadığı için onu terk edilmiş bir eve taşımak zorunda kalmıştı. Eski ev, zar zor tanıdığı bir teyzesinin vasiyetinden kalan tek şeydi. O sabah, üçüncü kez gevşek tahtaya bastığında onu tamamen sökmeye karar verdi. En büyük oğlu Mehmet, otlarla kaplı bahçede bir dal parçasıyla oynarken, küçük oğlu Can kollarında uyuyordu.
Ayşe, tahtayı kaldırdığında içi boş bir alanla karşılaştı. Orada paslanmış bir metal kutu duruyordu. Kutunun içini açtığında, sararmış kağıtlar, soluk bir fotoğraf ve çok eski görünen belgeler buldu. Fotoğrafı eline aldığında kalbi duracak gibi oldu. Hayatında hiç görmediği bir kadının kucağında bebekken çekilmiş bir fotoğrafıydı. Yanında gülümseyen bir adam vardı. Arka tarafında yazılı tarih 1998’di. Ayşe şimdi 27 yaşındaydı. Bu fotoğraf onun geçmişine dair bir ipucu olabilirdi.
“Anne, bu nedir?” diye sordu Mehmet kapıda belirdiğinde. Üstü başı toprak içindeydi. Ayşe, “Hiçbir şey, oğlum. Dışarıda oyna,” diyerek belgeleri açarken elleri titriyordu. Nüfus kayıtları, sözleşmeler, mektuplar… Gerçek adı Ayşe Yılmaz değildi. Ayşe Demirkaya’ydı. 15 yaşındayken bir araba kazasında kaybettiği, hayatı boyunca tanıdığı ebeveynleri biyolojik annesi ve babası değildi. Her şey yalandı.
Ev rüzgarla gıcırdıyordu. Çatısı deliklerle dolu, duvarları küflüydü ve her odada terk edilmişlik kokusu vardı. Ama artık bunların bir önemi yoktu. Ayşe’nin kim olduğunu anlaması gerekiyordu. O gece Can durmaksızın ağlamaya başladı. Bebeğin derisine ateş basmıştı. Ayşe’nin ne termometresi, ne ilacı, hiçbir şeyi yoktu. Mehmet korkuyla uyandı. “Can hasta mı?” diye sordu. “İyi olacak aşkım,” dedi ama sesi titrek çıktı.

Kapıdaki vuruşlar onu ürküttü. Eşikte zamanla bükülmüş bir poşet tutan yaşlı bir kadın belirdi. “Işık yandığını gördüm. Birkaç şey getirdim.” “Teşekkür ederim hanımefendi. Bebeğim ateşlendi.” Yaşlı kadın yavaşça içeri girdi. Her şeyi dikkatle inceledi. Poşetten otlar, koyu renkli sıvı dolu bir şişe ve temiz bir bez çıkardı. “Bununla çay yapın günde üç kez ve bu yağı göğsüne sürün.” “Çok teşekkür ederim. Ben Ayşe. Yeni geldim.”
Kadın gözlerini kaldırınca sarardı. “Sen, sen ona tıp atıp benziyorsun.” “Kime?” “Zeynep’e. Aynısın.” “Zeynep kim?” Yaşlı kadın geri çekildi. Başını salladı. Eşyaları kırık masanın üzerine bıraktı ve hiçbir şey söylemeden aceleyle çıkıp gitti. Ayşe, bebeği kollarında daha kafası karışmış halde kaldı. Çay işe yaradı. Ertesi sabah Can daha iyiydi. Mehmet, sahip oldukları az şeyi toparlamaya yardım ederken Ayşe yılların birikmiş tozunu süpürüyordu.
Evin üç küçük odası, paslanmış odun sobası olan bir mutfağı ve yerindeki tahtaların yarısı eksik bir salonu vardı. Belgeleri gün ışığında tekrar inceledi. Bir tapu vardı. Ev, Kaya ve Mustafa Kaya’ya aitti. Biyolojik annesi ve babası. Kağıtlara göre onlar ölmüştü. Hayır. Kağıtlar 1999’da ayrıldıklarını söylüyordu. Ayşe sadece 1 yaşındaydı. Mektupların arasında Ahmet Öztürk adından bahseden bir mektup buldu. Topraklar, bozulan bir söz, var olmayan borçlar hakkında bir şeyler yazıyordu. Yazı gergin ve aceleyle yazılmıştı.
“Anne, yemek yemem lazım.” Gerçeklik sert bir şekilde yüzüne vurdu. Ayşe’nin cebinde sadece birkaç lira vardı. Yiyecek alması gerekiyordu. Yaşlı kadın köy merkezinde 20 dakika kadar yürüme mesafesinde bir bakkal olduğunu söylemişti. İki çocuğunu da alarak toprak yola koyuldu. Öğle güneşi yakıcıydı. Bölgeye yayılmış basit evler vardı. Bazıları bakımlı, bazıları onunki gibi terk edilmişti. Geçerken insanlar pencereden bakıyordu ama kimse selam vermiyordu.
Bakkal köyün en büyük işletmesiydi. 50 yaşlarında düzgün taranmış kır saçlı bir adam tezgahın arkasındaydı. Oranın yöneticisi havası vardı. “Günaydın. Birkaç şeye ihtiyacım var.” Adam ona baktı ve yüzü tamamen kapandı. “Veresiye satmıyorum.” “Param var.” Ayşe ekmek, süt, pirinç, fasulye ve biraz meyve aldı. Adam ona öfkeye benzer bir şeyle bakarak tek kelime etmeden her şeyi geçirdi. Ödeme yaptığında para üstünü tezgaha sertçe fırlattı. “Seni burada istemiyorum.” “Nasıl yani?” “Defol buradan. Bu aile burada istenmiyor.”
“Hangi aile? Burada kimseyi tanımıyorum bile.” “Sen bir kayasın. Bunu yüzünden anlıyorum.” “Ve kaya artık bu topraklara adım atamaz.” Mehmet adamın tonundan korkarak annesinin bacaklarına sarıldı. Ayşe alışverişlerini alıp hiçbir şey anlamadan çıktı. İşletmenin adı cephede yazılıydı. “Öztürk Bakkaliyesi Ahmet Öztürk.” Mektuplardaki aynı isim. Eve döndüğünde çocuklara yemek verdi ve kağıtları tekrar incelemeye başladı.
Mustafa ile Ahmet arasında yazılmış mektuplar vardı. İlklerinde işlerden, erzak satışından, dostluktan bahsediyorlardı. Sonra ton değişti. Mustafa, Ahmet’i yalan söylemekle, sahte belgeler düzenlemekle, çalmakla suçluyordu. Son mektup Zeynep’ten gelmişti. Umutsuz bir yazıyla yazılmıştı. “Ahmet, lütfen bizim olanı geri ver. Kızımın bir geleceğe ihtiyacı var. Söz vermiştin.” Ayşe bunu üç kez okudu. Kız o kızdı.
Sonraki günlerde evde neyi düzeltebiliyorsa onarmaya çalıştı. Mehmet eski tahtaları taşıyarak, taşları üst üste koyarak yardım etti. Can toprak zeminde emekliyordu. Geceleri Ayşe sert yatakta delik deşik tavana bakarak yatıyor. Gerçek ebeveynlerinin kim olduğunu ve Ahmet’in neden ondan bu kadar nefret ettiğini düşünüyordu. Bir sabah pencereyi tamir ederken Mehmet arka odadan bağırdı. “Anne, burada daha fazla şey var.” Koştu. Çocuk duvarda bir çatlak bulmuş ve çürümüş tahtayı kurcalamıştı.
Orada yapının içinde daha kutular saklıydı. Üç tane, hepsi metal, hepsi paslı kilitlerle mühürlü. Ayşe bir taş alıp kilitleri kırdı. İlkinde belgeler, toprak alım satım sözleşmeleri, birçoğu devasa mülkler Mustafa Kaya’nın imzası hepsindeydi. Ama damgalar satışların iptal edildiğini söylüyordu. Dolandırıcılık ve sahtecilik gibi kelimeler bazı resmi belgelerde geçiyordu.
Bu yeni bulgular Ayşe’nin kafasını karıştırdı. İkinci kutuda mücevherler vardı. Altın küpeler, gerçek görünen taşlı kolyeler, işlemeli yüzükler. Ayşe hiç böyle bir şeyi yakından görmemişti. Kalbi hızlandı. Bunlar birçok sorunu çözebilirdi. Üçüncü kutu fotoğrafları saklıyordu. Onlarcası Zeynep ve Mustafa’nın farklı anlarda. Zeynep hamile. Zeynep bir bebek tutuyor. O bebek oydu.
Evin fotoğrafları vardı ama yeni, boyalı, güzel parti fotoğrafları, toplanmış insanlar. Orada kaydedilmiş bir ömür. En dipte mumla mühürlü bir zarf. Ayşe dikkatle açtı. İçinde Zeynep tarafından yazılmış bir mektup. “Sevgili Ayşem, eğer bunu okuyorsan gerçeği bulmayı başardın. Demektir. Baban ve ben seni bırakmak zorunda kaldık. Başka seçeneğimiz yoktu. Ahmet Öztürk ve babası Mehmet Ali bizden her şeyi çaldı. Nesillerdir ailemize ait olan toprakları, belgeleri, onurumuzu. Savaşmaya çalıştık ama onların gücü çok fazlaydı. Senin hayatını tehdit ettiklerinde karar vermek zorunda kaldık. Seni bizimle çalışmış iyi bir insan olan Fatma’ya teslim ettik. Seni kendi çocuğu gibi yetiştireceğine söz verdi. Evi bir gün senin bir şeyin olsun diye teyzen olan kız kardeşim Hatice’ye bıraktım. Kanıtlar duvarların içinde. İyi sakla. Bir gün adalet yerini bulacak. Var olan tüm sevgimle annen Zeynep.”
Gözyaşları kontrolsüzce aktı. Ayşe mektubu göğsüne sıkıca bastırdı. Fatma onu yetiştiren kadının adıydı. Hep annem olduğunu söyleyen kadın. Gerçeği asla anlatmayan kadın. Mehmet koluna dokundu. “Anne neden ağlıyorsun?” “Bunlar iyi gözyaşları oğlum. Bizi seven insanların gözyaşları.” Ama öfke de oradaydı. Bir yalan yaşamış olmanın öfkesi. Gerçek ebeveynlerini tanımamış olmanın öfkesi. Sebastian Carvalio adlı bir adamın onların her şeyini çalmış olmasının öfkesi.
O öğleden sonra Ayşe tekrar bakkala gitti. Cevaplara ihtiyacı vardı. Dükkan bomboştu. Sebastio tezgahı bir bezle temizliyordu. “Burada ne istiyorsun? Zaten burada istenmediğini söylemiştim.” “Annemle babama ne yaptığını öğrenmek istiyorum.” Adam temizlemeyi bıraktı. “Annenle baban yalancılardı. Babama borçları vardı ve ödemediler.” “Yalan. Mektuplarım var, belgelerim var.” “Sen ve baban sahte borçlar uydurdunuz. Birisini çağırmadan buradan defol.” “İstediğini çağır. Gerçek ortaya çıkacak.”
Sebastio bezini yere fırlattı ve ona doğru hamle yaptı. Ama tam o sırada kapıda Mehmet’i görünce durdu. Çocuk korkuyla bakıyordu. Bakkal geri çekildi. Yüzü öfkeden kıpkırmızıydı. “Kiminle uğraştığını bilmiyorsun kızım. Hala fırsatın varken bu köyden defol.”
Ayşe alışverişlerini alıp hiçbir şey anlamadan çıktı. İşletmenin adı cephede yazılıydı. “Öztürk Bakkaliyesi Ahmet Öztürk.” Mektuplardaki aynı isim. Eve döndüğünde çocuklara yemek verdi ve kağıtları tekrar incelemeye başladı. Mustafa ile Ahmet arasında yazılmış mektuplar vardı. İlklerinde işlerden, erzak satışından, dostluktan bahsediyorlardı. Sonra ton değişti. Mustafa, Ahmet’i yalan söylemekle, sahte belgeler düzenlemekle, çalmakla suçluyordu. Son mektup Zeynep’ten gelmişti. Umutsuz bir yazıyla yazılmıştı. “Ahmet, lütfen bizim olanı geri ver. Kızımın bir geleceğe ihtiyacı var. Söz vermiştin.”
.