Kar Fırtınasında Yaşlı Bir Kadına Kapısını Açtı — Ertesi Gün Bir Milyoner Her Şeyi Değiştirdi
.
.
Kar Fırtınasında Açılan Kapı
İstanbul’da Aralık ayı, şehre sessizce ama acımasızca gelir. O yıl kar, kentin sokaklarını bembeyaz bir örtüyle kaplamış, rüzgar kemiklere kadar işlemişti. Ayşe Yılmaz, Kadıköy’deki eski apartmanına dönerken her zamankinden daha geç kalmıştı. Sağlık ocağındaki işi, hastaların bitmeyen soruları ve acıları, ona hep fazladan mesai yaptırıyordu. Eve döndüğünde, yorgun ama huzurlu hissederdi. Hayatı tahmin edilebilirdi; yalnızdı ama bu yalnızlığı kabullenmişti. Kimse ona “Her şey yolunda mı?” diye aramazdı. Rutini, işi ve hastaları vardı. Ve bunların yeterli olması gerektiğine inanıyordu.
O gece, otobüs durağında karın altında beklerken, şehrin sessizliğini dinledi. Kar o kadar yoğundu ki önünü zar zor görebiliyordu. Sokağının köşesine vardığında, bir sokak lambasının altında yaşlı bir kadın gördü. Kadın, ıslak ve eski ama kaliteli bir paltoya sarılmıştı. Saçları gümüş, yüzü kardan ve terden ıslaktı; titriyordu ama hareket etmiyordu. Ayşe bir an tereddüt etti. “Benim sorunum değil,” diye düşündü. “Başka biri yardım eder.” Fakat sokak bomboştu. İçinde bir ses, “Şimdi gidersen sabah burada bir ceset bulacaklar,” diyordu.
Ayşe yaklaştı. Kadının gözlerinde korkudan çok, teslimiyet vardı. Sonun sessiz kabulü. Omzuna dokundu. “Yardıma ihtiyacınız var mı?” diye sordu. Kadın başını zar zor salladı. Ayşe düşünmeden onu kucakladı ve apartmanının kapısına götürdü. İçeri girdiklerinde sıcaklık ikisini de sarstı. Merdivenleri yavaşça çıktılar, Ayşe anahtarları çıkarıp kapıyı açtı. Daire sıcaktı, yaşanmışlık kokuyordu. Sobanın yanında kadını eski bir koltuğa oturttu, ateşe odun ekledi. Kadının ıslak paltosunu çıkardı, ayakkabılarını dikkatle çıkardı. Ayakları soğuktan morarmış, küçük yaralarla kaplıydı. Ayşe’nin kalbi sıkıştı. “Hemen çay getireceğim,” dedi. Kadın ona sessizce baktı, gözlerinde bir şükran gölgesi belirdi.

Ayşe mutfağa geçti, elleri titriyordu. Ballı siyah çay demledi, limon ekledi, iki gün önce pişirdiği tavuk çorbasını ısıttı. Salona döndüğünde kadın hala hareketsiz oturuyordu. Ateşe bakıyordu, alevler gözlerinde yansıyordu. Ayşe çayı uzattı. Kadın iki eliyle aldı, yavaşça içti. Uzun bir sessizlikten sonra konuştu: “Adım Zehra.” Ayşe başını salladı. “Teşekkür ederim,” dedi Zehra fısıltıyla. “Zorunda değildiniz.” Ayşe sessizce, “Zorundaydım. Çünkü bunu yapmasaydım yarın aynaya bakamazdım,” dedi. Zehra gözyaşlarına engel olamadı. Ayşe yanında oturdu, hiçbir şey söylemedi. O gece Zehra’ya yatak odasını verdi, en temiz çarşafları serdi, iki battaniye örttü. Kendi kanepede battaniyenin altında uyudu. Zehra’nın sessizce ağladığını duydu. Ayşe tavana bakıp düşündü: Bu kadın kimdi? Neden sokaktaydı? Ailesi, çocukları, kocası yok muydu?
Sabah olduğunda, Ayşe erkenden kalktı. Zehra’yı uyandırmamak için sessizce kahvaltı hazırladı. Biraz ekmek, tereyağı, reçel, yumurta… Zehra yatak odasından çıktığında daha iyi görünüyordu. Masaya oturdu, “Teşekkür ederim,” dedi. Ayşe, “Lütfen yiyin, sonra ne yapacağımızı düşünürüz,” dedi. Tam o sırada kapı çaldı. Ayşe şaşırdı; sabah kimse gelmezdi ona. Kapıyı açtığında, uzun boylu, 50’li yaşlarda bir adam duruyordu. Zarif ama gösterişsiz bir palto giymişti. “Günaydın. Adım Kerem Özdemir. Yaşlı bir kadın arıyorum. Dün akşam bu civarda kayboldu. Onu gördünüz mü?” dedi.
Ayşe tereddüt etti. Zehra masada oturuyordu, yüzü solmuştu. Tam cevap verecekken Zehra ayağa kalktı, kapıya yaklaştı. “Kerem,” diye fısıldadı. Adam dondu, gözlerinde şok ve rahatlama bir aradaydı. “Anne,” dedi sessizce. “Seni kaybettiğimi sanıyordum.” Ayşe şaşkınlıkla geri çekildi. Kerem davet edilmeden içeri girdi, annesine sarıldı. Sonra Ayşe’ye dönerek, “Anneme hayatını kurtardınız. Nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum,” dedi. Ayşe, “Yapmanıza gerek yok,” dese de Kerem ısrar etti. “Yapmam lazım. Çünkü onu içeri almasaydınız bu sabah morgdan telefon alırdım.”
Kerem, Özdemir Holding’in sahibi olduğunu açıkladı. Türkiye’nin en zengin insanlarından biri. “Ama konu para değil,” dedi. “Konu anneme benim yıllardır veremediğim bir şeyi vermeniz. Güvenlik, sıcaklık, insanlık.” Ayşe sessiz kaldı. Kerem ona neye ihtiyacı olduğunu sordu: “Daire mi, araba mı, iş mi?” Ayşe başını salladı. “Hiçbir şeye ihtiyacım yok. Sadece insanlık vazifemi yaptım.” Kerem, “Ama çoğu insan yapmazdı,” dedi. Sonra cebinden bir kartvizit çıkardı. “Bir şeye ihtiyacınız olursa arayın. Bu bir taahhüt.”
Ayşe kartvizite baktı. Günler geçti, hayat normale döndü ama bir şey değişmişti. Kartvizit komodinin üzerinde duruyordu. Aramayı düşündü ama cesaret edemedi. Ta ki bir akşam, zor bir nöbetten sonra, bir kadının bebeğini kaybettiği, Ayşe’nin bir saat boyunca kollarında ağladığı bir akşam… Ayşe telefonunu aldı ve Kerem’in numarasını çevirdi. “Bu Ayşe Yılmaz,” dedi. Kerem hemen tanıdı. “Neye ihtiyacım olduğunu bilmiyorum,” dedi Ayşe dürüstçe. Kerem, “Belki ben bilirim,” dedi. Vakfında bir iş teklif etti; yaşlılara ve hastalara destek sağlayan bir programın koordinatörlüğünü. Ona bir daire sağlayabileceğini söyledi.
Ayşe, yıllardır inşa ettiği duvarların yıkıldığını hissetti. “Neden bunu yapıyorsunuz?” diye sordu. Kerem, “Çünkü bana annemi verdiniz. Ben de size bir hayat verebilirim,” dedi. Ayşe yıllar sonra ilk kez ağladı.
Ocak yeni bir başlangıç getirdi. Ayşe Sultanahmet’teki küçük ama güzel bir daireye taşındı. Özdemir Vakfı’nda yaşlılara destek programlarını koordine etmeye başladı. Her şey gerçekti, ama aynı zamanda kaybolacakmış gibi korkuyordu. Kerem sabırlıydı, baskı yapmıyordu. Bazen nasıl olduğunu soruyordu, bazen kahveye davet ediyordu. Zehra ise artık o geceyi hatırlamıyordu. Alzheimer o kısmı almıştı. Ama bazen Ayşe onu klinikte ziyaret ettiğinde yaşlı kadın ona bakıyor ve gülümsüyordu. Sanki hastalığın ötesinde bir yerde, derinde bir şey onları bağlıyordu.
.
Bir gün Ayşe Zehra’nın yanında otururken Kerem odaya girdi. “Teşekkür ederim,” dedi. “Burada olduğunuz için. Ona hasta değil, insan olarak davrandığınız için.” Ayşe hüzünle gülümsedi. “Çünkü o bir insan ve sevgiyi hak ediyor.” Üçü uzun süre sessizlikte oturdular. Acı yoluyla birbirini bulan iki insan ve artık hatırlamayan ama onları hâlâ bağlayan bir kadın.
Ayşe düşündü: Belki anlam budur. Mutluluk her şeye sahip olmak değil, değerimizi gören birini bulmaktır. Biz görmesek bile. Altı ay geçti, yaz İstanbul’a geldi. Ayşe vakıfta çalışıyor, yüzlerce insana yardım ediyordu. Kerem bir yerlerde, konuşmalar ve kahveler arasında bir şey değişmişti. Ani değil, gün doğumu gibi yavaş ve sıcak. Bir akşam Kerem onu yemeğe davet etti. Şehrin dışında çiçeklerle kaplı bir villada, mumlar ve lavanta kokusu eşliğinde. “Size karşı ne hissettiğimi artık saklayamıyorum,” dedi Kerem. Ayşe dondu. Kerem yaklaştı, elini tuttu. “Hazır olup olmadığınızı bilmiyorum,” dedi Ayşe. “Hazır olmanıza gerek yok,” dedi Kerem. “Sadece denememiz gerekiyor.”
O gece Ayşe bir şey anladı: Mutluluk mükemmel olduğumuzda değil, gerçek olduğumuzda gelir. Görülmeye izin verdiğimizde, yaralarımızla, korkularımızla… Ayşe “Evet,” dedi. Evliliğe değil, ama yaşama, aşka ve daha fazlasına hak ettiğine.
Zehra iki yıl sonra huzur içinde öldü. Yüzünde bir gülümsemeyle. O bir gecenin hikayesi vakıfta efsane oldu. Yeni gönüllülere anlatıldı: Bir jestin, bir kapıyı açmanın sadece bir hayatı değil her şeyi değiştirebileceği. Çünkü dünya daha fazla Ayşe’ye, daha fazla Kerem’e, fırtınada kapı açan daha fazla insana ihtiyaç duyuyor.
Son.