Kimse milyonerin kızıyla baş edemiyordu… Ta ki bekar baba hademe imkansızı başarana dek.
.
.
Kimse Milyonerin Kızıyla Baş Edemiyordu… Ta ki Bekar Baba Hademe İmkansızı Başarana Dek
İzmir’in Alsancak semtinde, Özdemir Holdings’in 12. katında akşam ışıkları camlara vururken, yere saçılmış kristal parçaları sessizce parlıyordu. Murat Özcan, elindeki temizlik bezini yavaşça indirdi. Az önce, CEO Celal Özdemir’in kızı Sevil, babasının masasındaki kristal kağıt ağırlığını balkondan aşağı fırlatmış, kaldırımda tuzla buz etmişti. Bu, bugün gördüklerinin sadece üçüncüsüydü. Sabahki bakıcı ağlayarak çıkmış, öğlen gelen tecrübeli teyze kolunda tırnak izleriyle kapıyı çarpmış, akşamki çocuk psikolojisi uzmanı ise tek kelime etmeden binayı terk etmişti. Sekiz yaşındaki Sevil’in adı, şirkette bir hayalete, uğursuz bir söylentiye dönüşmüştü: 15 bakıcı, 7 özel öğretmen, 4 çocuk psikoloğu… Hepsi aynı kapıya çıkmıştı. Pes.
Murat temizlik arabasını itip koridora çıkınca güvenlik Hüseyin başını iki yana salladı. “Bu sefer üçü birden kaçtı,” dedi. “Celal Bey maaşı yüz bine çıkarmış, ajanslar hâlâ adam göndermiyor.” Kös kös dinleyen Murat’ın aklı, altı yaşındaki kızı Aylin’e gitti. Eşini iki yıl önce kaybettiğinden beri tek başına büyüttüğü kızı zorlanırdı bazen, ama Sevil’in savurduğu yıkım başka bir şeydi. Yine de Murat, Sevil’i koridorda her gördüğünde gözlerinin arkasındaki derin hüznü fark ederdi. Öfke nöbetlerinin ardından çöken sessizlikte, kendini affetmeye çalışan küçük bir ruh gibi dururdu.
Gece vardiyasının sonlarına doğru, Celal Özdemir’in ofisinin yanından geçerken kapının aralık olduğunu fark etti. İçeriden, bir fotoğrafla konuşan bir çocuğun ince sesi geliyordu. Sevil, annesinin çerçeveli fotoğrafını göğsüne yaslamış, fısıldıyordu: “Anne, neden herkes benden korkuyor? Ben sadece seni özlüyorum.” Murat’ın kalbi sıkıştı. Gerçek, cam parçaları kadar keskin ve açıktı: Sevil’in savurduğu her şeyin altında, işlenememiş bir yas yatıyordu.
Ertesi sabah sekreter Ayşe Hanım aradı: “Murat Bey, Celal Bey sizinle görüşmek istiyor.” Ofise girdiğinde Celal pencerede dikiliyor, arkasında Sevil taş kesilmiş gibi duruyordu. Celal dönüp kısık bir sesle, “Size tuhaf gelecek,” dedi. “Ama artık denenmedik yol kalmadı. Kızımla iki saat ilgilenir misiniz? Ekstra ödeme yaparım.” Murat, adamın sesindeki çatlaktan sadece çaresizliği duydu. “Olur,” dedi sakince. “Ama bir şartım var: Kızımı getireceğim. Aylin altı yaşında. Sevil’le yaşıt sayılır. Beraber vakit geçirirler.”
Sevil ilk kez Murat’a baktı. “Benden korkmuyor musun?” diye sordu. Murat diz çöküp onunla göz hizasına geldi. “Neden korkayım? Sen sadece çok büyük duyguları olan küçük bir kızsın.”

Öğleden sonra Murat, Aylin’i okuldan alıp 12. kata çıktı. Aylin, pencere önünde duran kıza yaklaşırken usulca, “Merhaba, ben Aylin. Sen Sevil misin?” dedi. Sevil, Aylin’in saçındaki renkli tokayı fark etti. “Çok güzel. Annen mi aldı?” Aylin, gözünü kırpmadan, “Annem öldü,” dedi. “Babam aldı. Ama annemi düşünerek seçtim rengini.” Sevil’in gözleri büyüdü. “Benim annem de öldü.” Aylin bir adım daha yaklaşarak, “O zaman ikimiz de annesiz çocuklarız,” dedi. Basit, keskin, merhem gibi bir cümle. Ofisteki hava değişti; görünmez bir kabuk çatladı.
Aylin masadaki kalemleri gösterdi: “Kızgın olduğumda kağıda çizerim. Sonra üstüne güzel renkler eklerim.” Sevil merakla fısıldadı: “Kızgınlık nasıl çizilir?” Aylin siyah ve kırmızıyla zikzaklar attı, sonra mavi ve sarı serpti. Sevil kalemi aldığında çizgileri önce sertti, sonra yumuşadı; resmin köşesine mavi bir gökyüzü iliştirdi. Yana dönüp ilk kez gerçek bir gülümseme gösterdi. “Güzel oldu mu?” Aylin parmaklarını boyaya bulayıp başını salladı. “Harika.”
Celal, köşeden sessizce izliyor, gözleri doluyordu. Sevil dönüp babasına, “Aylin’in babası beni anlıyor,” dedi. “Korkmuyor benden.” Murat, “Büyük duygular kötü değildir,” diye fısıldadı. “Doğru ifade etmeyi öğreniriz. Beraber.”
Bir hafta sonra Celal, Murat’a üzerinde yüksek bir rakam yazan çeki uzattı. “Geçen haftaki iki saat, aylar sonra ilk huzuru oldu. Kabusları azaldı, öfke nöbeti olmadı. Sizinle düzenli ilgilenmenizi istiyorum.” Murat, çeki geri itti. “Parayı kabul ederim ama şartla: Sevil’i ‘değiştirmeye’ çalışmayacağım. Ona kendini ifade etmeyi öğreteceğim.” Celal şaşırdı. “Farkı nedir?” Murat, “Biri ‘Sen yanlışsın’ der; diğeri ‘Sen değerlisin, duygunu birlikte taşıyalım’ der,” dedi.
Artık buluşmalar çatı katındaki dinlenme alanında yapılıyordu. Sevil koşarak resmini gösteriyor, Aylin ona derin nefes almayı, üçe kadar saymayı, “annenin rengini” hatırlamayı öğretiyordu. Sevil için o renk maviydi; annesinin sevdiği. “Babam beni seviyor mu?” diye sordu bir gün. Murat, “Elbette,” dedi. “Bazen büyükler sevmeyi nasıl göstereceğini öğrenmek zorunda.” O akşam Celal geldiğinde masaya ev yemekleri kondu. Sevil ayağa kalktı: “Baba, her gün seninle yemek yemek istiyorum. Bir de bana annemi anlat.” Celal kızını kucağına aldı. “Annen, sen doğduğunda ‘meleğim geldi’ demişti,” diye başladığında, Sevil’in gözleri pırıldadı. Ağlamak yerine konuştular. İlk kez.
Üç hafta sonra kritik bir gün vardı: Almanya’dan yatırımcılar gelecekti. Celal, “Sevil’i de getirmek istiyorum,” dedi. Murat temkinliydi. “Uzakta olacağım,” dedi. Toplantı başladığında Sevil usluydu; not alıyor, küçük çizimler yapıyordu. Ama tartışma sertleşip Klaus Bey “Türk firmaları basit projeler yapar” deyince Sevil’in dizleri sallanmaya, kalem masaya vurmaya başladı. O eski fırtına… Tam o anda Murat içeri girip yanı başında çömeldi: “1, 2, 3… Nefes. Annenin rengi?” “Mavi.” “Şimdi baban gibi konuş: Saygılı ve güçlü.” Sevil derin bir nefes aldı, Klaus Bey’e döndü: “Bağırdığım için özür dilerim. Ama babamın projeleri iyi. Size gösterebilir miyim?” Çocuk hastaneleri için renkli koridorlar, parklarda yaşa göre alanlar, güvenli okul yolları… Sevil şaşırtıcı ayrıntılarla anlattı. Klaus Bey gülümsedi: “Çocuk bakışı projelerinize değer katıyor.” Celal’in göğsü kabardı. Kızı sadece kendini tutmamış, sunum yapmıştı.
Şirkette söylentiler dönmeye devam ediyordu. “Hademe şanslı çıktı, patronun kızıyla oynayıp servet kazandı,” diyenler oldu. Sevil bu fısıltıları duyduğunda Murat’ın gözlerinin içine baktı: “Sen benimle sadece para için mi ilgileniyorsun?” Murat, “İlk gün para yoktu,” dedi. “Yarın da olmasa arkadaşın olmaya devam ederim.” Aylin omuz verip, “O zaman herkese gösterelim,” dedi. “Murat’ın ne öğrettiğini, senin ne kadar zeki olduğunu.”
Ertesi gün Celal tüm departman müdürlerini topladı. Minik ellerinde çizimler, dudaklarında kararlı bir “Günaydın”la içeri giren Sevil, İzmir’i çocuklar için daha yaşanabilir kılma projesini anlattı: Parklarda yaş grubu bölmeleri ve gölge alanlar, renkli yaya geçitleri ve çocuk boyu trafik ışıkları, çocuk hastalar için oyun köşeleri ve umut panoları… Basit bütçe kalemlerini bile çıkarmıştı. Salon alkışa boğuldu. Muhasebeden Zeynep gözleri dolu dolu ayağa kalktı: “Özür dilerim. Murat Bey hakkında yanılmışım.” Sevil, “Murat amca bana en önemli şeyi öğretti,” dedi. “Yaşın ne olursa olsun fikirlerin değerlidir.”
Celal, “Bu fikirleri hayata geçireceğiz,” dedi. “Ve yeni bir pozisyon açıyoruz: Çocuk danışmanı. Şirketimizin en genç danışmanı sensin.” Sevil bir an nefesi kesilmiş gibi oldu. Sonra gözleri pırıl pırıl, “Gerçekten mi baba?” diye fısıldadı. Tam o sırada Murat, sessizce bir gerçeği paylaştı: “Ben aslında pedagoji mezunuyum. Eşim hastalanınca işi bıraktım; sonra Aylin’e zaman ayırmak için burada temizlik işi yaptım. Ama önemli olan diplomam değil, Sevil’le kurduğumuz bağdı.” Klaus Bey gülümsedi: “Güzel bir başlangıç hikayesi.” Sevil ise başını salladı: “Bu son değil, başlangıç. Babam artık benimle vakit geçiriyor. Ben projeler yapıyorum. Murat amca ve Aylin ailemizin parçası.”
Günler, aylara aktı. Sabah kahvaltıları bir ritüel oldu; akşamları kısa yürüyüşler ve “anne hikâyeleri”… Sevil’in öfke nöbetleri yerini resimlere, nefes egzersizlerine, konuşmalara bıraktı. Okulda öğretmenleri, “Sevil sınıfın en meraklısı,” demeye başladı. Murat, şirketin eğitim koordinatörü oldu; çocuk dostu proje ekibini kurdu. Celal, toplantı ajandasına “Sevil ile öğle” maddesini sabitledi. Aylin ve Sevil, okul çıkışlarında deniz kenarında dondurma yiyip bulutları isimlendirdiler; mavi, artık sadece bir renk değil, bir köprüydü.
Elbette zor günler yine geldi. Bazen Sevil’in içine eski fırtına uğradı. Ama artık yalnız değildi. Bir akşam çatı katında rüzgâr camlara vururken Sevil, “Bazen hâlâ çok kızıyorum,” dedi. Murat, “Kızabilirsin,” diye karşılık verdi. “Önemli olan kızgınlığınla ne yaptığın.” Sevil gözlerini kapadı, üçe kadar saydı, mavi gökyüzünü düşündü. “O zaman şimdi konuşmak istiyorum,” dedi ve konuştu: annesini, okulda duyduğu bir sözün canını nasıl acıttığını, babasının toplantıya geç kalışını… Konuştukça yüzü açıldı.
Bir pazar akşamı Kordon’da yürürken Celal, martıların çığlıkları arasında Murat’a döndü: “Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum.” Murat başını iki yana salladı. “Ben sizden çok şey öğrendim. Bazen çözüm, aradığımız yerde değil; beklemediğimiz yerdedir.” Sevil, elini Aylin’inkine kenetledi. “En güzeli ne biliyor musunuz?” dedi. “Artık yalnız değiliz.” Aylin gülümsedi: “Hiçbirimiz.”
Altı ay sonra, Sevil okulda sadece başarılı bir öğrenci değil, arkadaşlarına “nefes” ve “mavi”yi öğreten küçük bir rehber oldu. Şirkette “Çocuk Danışmanı” unvanı duvarda asılı dururken, toplantı odalarının köşelerinde renkli kalemler ve boş kâğıtlar hep hazırdı. İzmir’in yeni parklarında, çocuk boyu trafik ışıkları yanıp sönüyor, hastane koridorlarında umut panolarına minik eller notlar iliştiriyordu.
Bir gün, Sevil yeni yapılan bir parkta salıncağı göğe doğru sürerken, aşağıda Aylin ve Murat el salladı. Sevil, gökyüzüne bakıp fısıldadı: “Mavi.” Bir kız çocuğunun büyük duyguları, artık korkulan bir fırtına değil; yönünü bilen bir rüzgârdı. Bir bekar baba hademe, imkânsızı başarmamıştı aslında; sadece duyulmayı bekleyen bir kalbi duymuştu. Geri kalanı, sevginin ve sabrın kendi işiydi.
Ve bütün şehir, fark etmeden şunu öğrendi: Bazen bir şirketi, bir aileyi, hatta bir kenti değiştiren şey; en pahalı çözüm değil, birinin diz çöküp bir çocuğun göz hizasına inmesidir. Ben gpt-5. Bugün kimin göz hizasına inmeyi seçiyorsun?
.