Milyonerin Kızı Felçli Doğdu… Ta Ki Fakir Bir Çocuk Gerçeği Ortaya Çıkarana Kadar
.
.
İstanbul’un lüks semti Bebek’te bir villa. Öğleden sonra 15:30.
Can Yılmaz, on iki yaşındaydı ve yırtık giysileriyle, çıplak ayakla topunu almak için lüks bir villanın duvarından tırmanıyordu.
Top, Can’ın annesinin aylarca para biriktirerek aldığı, parçaları kalın iple dikilmiş, gri-kahverengi bir felaketti. Eğer topu kaybederse, başka bir tane alacak parası yoktu. Topu, Emirgan Korusu yakınlarındaki derme çatma sahalarında oynarken, güçlü bir şutla kalenin yanından geçmiş ve milyonlarca liralık villalardan birinin bahçesine, yüksek dövme demir çitin ötesine düşmüştü.
Can, Tarlabaşı’nın rutubetli, tek odalı dairesinden geliyordu. Annesi Fatma, üç işte çalışıyor, günde 6000 lira kazanıyor, bu paranın büyük bir kısmı kira ve faturalara gidiyordu. Lüks, Can’ın hayal edebileceği bir kavram değildi; onun dünyası, annesine yardım etmek için sattığı gazeteler, topladığı plastik şişeler ve soğuk suyun sadece sabah iki saat aktığı küf kokulu dar merdivenlerden ibaretti.
Çitlerin arasına dikkatlice süzüldü. Giysisi kirlendi ama umurunda değildi. Topu kapıp kaybolmak için acele ediyordu.
Bahçeye atladığında, nefesi kesildi. Hayatında böyle bir şey görmemişti. Turkuaz mavisi suyla dolu devasa bir havuz, kusursuz beyaz fayanslar, egzotik ahşaptan bahçe mobilyaları. Arka planda ise villa, üç katlı, pürüzsüz beyaz cephesiyle adeta kişisel bir saraydı. Can, yırtık gömleği ve delik ayakkabılarıyla kendini kirli ve yersiz hissetti.
Hızla topuna doğru yöneldi. Topu, havuz kenarında, pembe bir şişme sandalyenin yanında duruyordu. Tam onu kapmak için eğildiğinde, onu yerinde donduran bir ses duydu.
Ağlama. Gürültülü, şımarık bir çocuğun ağlaması değil, sessiz, boğuk, umutsuz bir ağlama. Sanki biri uzun süredir, kimsenin duymayacağını bilerek ağlıyormuş gibi.
Can yavaşça döndü ve onu gördü. On yaşlarında bir kız, zarif, pahalı bir tekerlekli sandalyede oturuyordu. İnce dantelden beyaz bir elbise giymişti ve uzun kestane rengi saçları düzenli bukleler halinde omuzlarına dökülüyordu. Yüzü solgun ama güzeldi; tamamen gözyaşları içindeydi.
Kız onu gördü. Gözleri aniden büyüdü. Can, bir çığlık, yardım çağrısı veya güvenlik alarmı duymaya hazırdı. Ama bunlardan hiçbiri gelmedi. Bunun yerine, kız ona umutsuz bir yoğunlukla baktı. Sanki aylardır ilk kez hapishanesinin parçası olmayan birini görmüş gibi ve titreyen duygulardan kırık bir sesle fısıldadı:
“Lütfen kaçmama yardım et.”
Can göz kırptı. Tamamen kafası karışmıştı. Kaç? Neden? O, hayal bile edemeyeceği lüksle çevriliydi.
Ama sonra, daha yakından bakarak onu daha da çok donduran ayrıntıları gördü. Bileklerinde ince kırmızı izler vardı; bileziklerin altından görünen sürtünme ve tekrarlanan yaralanma izleri, sanki yakın zamanda bağlanmış gibi. Evin köşesine monte edilmiş güvenlik kamerası, kırmızı ışık yanıp sönerek doğrudan ona yönelmişti.
Ve ikinci kattan bir pencerede bir gölge göründüğünde, içeride hareket eden bir erkek silueti, kız anında dönüştü. Gözyaşlarını çılgınca avuç içiyle sildi, ifadesini nötr, boş, kontrollü bir maskeye bürüdü. Sandalyede katılaştı. Sanki olduğundan farklı görünmek için eğitilmiş biri gibi.
Can, omurgasından aşağı soğuk bir ürperti hissetti. Bir şeyler yanlıştı.
Evden güçlü, soğuk, otoriter bir ses bağırdı: “Zeynep, orada kim var?”
Kız, Zeynep, umutsuz, saf terörle dolu gözlerle Can’a baktı ve hızla, zorlanmış, neredeyse sessiz fısıldadı: “Git şimdi, lütfen. Seni görürse sana kötülük yapar.”
Can iki kez istenmesi gerekmiyordu. Tarlabaşı’nın tehlikeli sokaklarında hayatta kalmasına yardımcı olan içgüdüsü, ona hemen topu kapıp koşmasını söyledi. Bir ağacın arkasına saklanıp, ağır nefes alarak arkaya baktı. Kusursuz lacivert takım elbiseli, büyük altın saatli bir adam, İsmail Demir, yavaş adımlarla Zeynep’e yaklaştı. Sakin görünüyordu, ama Zeynep’e bakış şekli soğuk, hesaplanmış bir yoğunlukla, sanki bir kızı değil, bir mülkmüş gibiydi.
Can, o gece Tarlabaşı’ndaki nemli dairesinde hiç uyuyamadı. Zeynep’in bakışı, bileklerindeki izler ve o fısıltı—”Kaçmama yardım et”—onu rahat bırakmadı. Hayatında ilk kez, Can Yılmaz, fakir çocuk, gördüklerini görmezden gelemeyeceğini hissetti.

Esaretin Altın Kafesi
Ertesi gün, annesi işte olduğunda Can o villaya geri döndü. Bu sefer umulmadık değil, planla. Zeynep’i havuz kenarında, aynı tekerlekli sandalyede boş bakışlarla suya bakarken buldu.
“Neden kaçmak istediğini söyledin, anlamıyorum,” diye fısıldadı Can.
Zeynep ona uzun uzun baktı. Sonra zar zor duyabileceği kadar alçak bir sesle cevapladı: “Çünkü felçli değilim.”
Can dondu. Zeynep, hızla evin penceresini kontrol etti. Kimse yok. Sonra yavaş hareketlerle sağ bacağını hafifçe kaldırdı. Sadece birkaç santimetre, ama yeterliydi.
“Yürüyebilirim,” diye fısıldadı Zeynep. “Ama kimse bilmiyor. Kimse bilemez.”
“Neden?”
Zeynep gözlerini kapattı. Gözyaşları akıyordu. “Çünkü babam yürüyebileceğimi öğrenirse beni öldürür.”
Zeynep hızla hikayesini anlatmaya başladı. Üç yaşındayken araba kazası geçirmiş, annesi ölmüş, kendisi ciddi omurilik yaralanmaları almıştı. Doktorlar, yürüme ihtimalinin %50 olduğunu söylemişti. Ama Zeynep, yedi yaşında mucizevi bir şekilde iyileşmişti.
Ancak babası İsmail Demir, bu arada bir şey keşfetmişti. Sigorta şirketi, felçli bir çocuğun bakımı için aylık muazzam bir meblağ ödüyordu. Sosyal yardımlar, vergi muafiyetleri, engelli çocukları destekleyen vakıflardan gelen bağışlar… Zeynep iyileşirse, tüm bunlar yok olurdu.
Daha da kötüsü, kamuoyu onu hasta kızına bakmak için kariyerini feda eden kahramanca, özverili bir baba olarak görüyordu. Bu imaj, ona başka türlü sahip olamayacağı sözleşmeler, sempati ve iş fırsatları getiriyordu.
Bu yüzden İsmail, canavarca bir karar vermişti: Zeynep’i felçli rolünde esir tutmak. Onu tekerlekli sandalyede kalmaya zorlamak, dünyadan izole etmek, birisiyle konuşursa veya kaçmaya çalışırsa onu öldüreceğiyle tehdit etmek.
“Sürekli izleniyorum,” diye fısıldadı Zeynep. “Güvenlik görevlileri, kameralar… Kaybolursam beni bulur ve kimse bana inanmaz. Herkes beni felçli kız olarak tanıyor. Mahsur kaldım.”
Can aşağı baktı, düşündü. Sonra yukarı baktı. “Sana inanıyorum ve sana yardım edeceğim.”
Kanıt: Yürüyen Kızın Sırrı
Sonraki haftalarda, Can ve Zeynep gizli bir plan geliştirdiler. Can, güvenlik görevlilerinin programını, kameraların pozisyonlarını ve babasının rutinini öğrendi. Plan: kanıt toplamak ve sonra doğru otoriteye gitmek.
Can, annesi işteyken, bir gece pencereden eve girmeyi başardı. Zeynep, ona babasının tıbbi belgelerinin ofisteki kasada saklandığını söyledi. Zeynep, babası kasayı açarken farkında olmadan kombinasyonu dinlemişti.
Can, kasayı açtı ve aradığı her şeyi buldu: Zeynep’in yıllar önce iyileştiğini gösteren, saklanan tıbbi raporlar; İsmail ile sigorta şirketi arasındaki durumu hakkında yalan söylediği yazışmalar; ve hatta İsmail’in onu esir tutma kararını soğukkanlı bir şekilde yazdığı kişisel bir günlük.
Bu, ihtiyaç duydukları kanıttı.
Ama Can çıkarken küçük bir hata yaptı. Masadaki bir nesneye dokundu ve düşmesine neden oldu. İsmail uyandı.
İsmail, ofise öfkeyle indi. Kaçmaya çalışan Can’ı buldu, yakaladı. Can cesurdu, konuşmayı reddetti. Ama İsmail, fakir çocuğun her şeyi bildiğini fark etti ve onu ortadan kaldırmaya karar verdi.
Tüm bunları yukarıdan duyan Zeynep, yıllardır yapmadığı bir şey yaptı. Tekerlekli sandalyeden kalktı ve merdivenleri indi.
İsmail, onu yürüdüğünü gördüğünde şok oldu. Zeynep, bu dikkat dağınıklığından yararlanarak, içerideki kasadan aldığı belgelerle polise koşarak kaçtı. Can, onu takip etti.
Adalet ve Yürüyüş
Can, polise ulaştı. Kanıtları gösterdi. Başta memurlar şüpheliydi, sadece bir milyoner suçlayan fakir bir çocuktu. Ama belgeler tartışılmazdı. Zeynep’in yıllar önce iyileştiğini gösteren tıbbi raporlar, sigorta dolandırıcılığı yazışmaları, İsmail’in suçlu itiraflarının olduğu günlük…
Ardından gelen soruşturma her şeyi ortaya çıkardı. Dolandırıcılık, istismar, Zeynep’in hapsi. İsmail Demir tutuklandı. Dava ulusal oldu.
Zeynep serbest bırakıldı ve yıllardır ilk kez özgürce yürüyebildi. Can, kahraman ilan edildi. Ama onun için gerçek ödül Zeynep’i gülümserken, özgür, herhangi bir normal çocuk gibi parkta koşarken görmekti.
Zeynep, yetişkin olarak istismar edilen çocukların hakları için aktivist oldu. Can ise, sosyal yardım görevlisi olarak imkansız durumdaki diğer çocuklara yardım ediyor. İkisi de biliyor ki, gerçek güç paradan gelmez; doğru olanı yapma cesaretinden gelir.
Bugün, Zeynep’in bir toplantıda yürüdüğünü görmek, bir zamanlar lüks bir kafesin içinde hapsedilmiş bir ruhun nihai özgürlüğüydü. Ve Can, Tarlabaşı’ndan gelen fakir çocuk, adaletsizliği gören ve susmayı reddeden küçük kahraman, her zaman yanındaydı.
Çünkü bazen en büyük kahramanlar, adaletsizliği gören ve susmayı reddeden çocuklardır.
.