Onu Çok İri Olduğu İçin Satmışlardı. Kovboy onu kucakladı ve dedi ki, “Tam benim kollarıma göresin.”
.
.
Tam Benim Kollarıma Göresin
1883 baharında, Vayat Geçidi’nde öğle güneşi kasaba meydanına sertçe vuruyordu. Hava sıcak değil, soğuk ve acımasızdı. Meydanın ortasındaki ahşap açık artırma platformunun etrafı insanlarla doluydu. Bugün sığır ya da at değil, daha nadir bir şey satılıyordu: İnsan. Yardımcı eller adı altında, istenmeyen ağızlara bir amaç bulmak için toplanmışlardı. Herkes gerçeği biliyordu; bu bir insan mezatıydı.
Platformda bir kadın duruyordu. Angela, 22 yaşında, bir kapı kadar uzun, omuzları bir çit kadar genişti. Güneşten solmuş tahtaların üzerinde çıplak ayakla, bilekleri gevşekçe bağlıydı. Çenesini yukarı kaldırmış, gururunu korumaya çalışıyordu. Kasaba halkı onu seyrediyordu; kimi alay ediyor, kimi aşağılıyordu. “Bu kadını kim ister ki?” diye fısıldadılar. “Bir gecede yatağı parçalar,” dediler. “At arabası oklarını kırar,” diye ekledi bir başkası.
Angela’nın ailesi onu bir torba un, yarım kilo kuyruk yağı ve aç kalmayacaklarına dair bir söz karşılığında satmıştı. “Çok iri,” demişlerdi. “Kimse onunla evlenmez, boş duracağına çalışsın daha iyi.” Açık artırmacı Clyde Hargrove, “50 dolar!” diye bağırdı. Hiç el kalkmadı. Angela’nın zihni çocukluğuna gitti; babasıyla kütük kaldırdığı günleri hatırladı. Gücü bir hediyeydi o zaman. Babası, “Sen çoğu oğlandan daha güçlüsün,” derdi gururla. Ama çiftlik battığında babası ayrılmıştı.
Hargrove fiyatı düşürdü, “40 dolar!” dedi. Yine ses yoktu. Angela’nın elleri kasıldı, bilekleri titredi. Utançtan. Sonra fiyat 25 dolara indi. İnsanlar gitmeye hazırlanıyordu. Angela, her saniye haysiyetinin soyulduğunu hissediyordu.
Tam o sırada, meydanda ölçülü ve sakin adımlar duyuldu. Ayrılan kalabalığın arasından bir kovboy geçti. Eskimiş ceketi, geniş omuzları, alnına çekilmiş şapkasıyla sessizce platforma yürüdü. Denizkol’dı bu adam. İçki içmeyen, övünmeyen, ama sözü altın değerinde olan biriydi. Platforma çıktı, Angela’ya baktı. Şapkasını kenara koydu, bir kolunu dizinin altından, diğerini sırtının arkasından geçirip onu kolayca kaldırdı. Meydanda şaşkınlık oldu. Angela karşı koymalıydı ama Deniz’in kollarında kendini ilk kez saygın hissetti.
Deniz sessizce, “Tam benim kollarıma göresin,” dedi. Meydan sessizliğe büründü. Kimse gülmedi, konuşmadı. Deniz Angela’yı meydandan taşırken, Angela’nın kalbi göğsünde gümbürdüyordu. Seçilmiş olmanın şokunu yaşıyordu.
At arabasında sessizce otururken Angela, “Beni satın almak zorunda değildin,” dedi. Deniz, “Satın almıyordum, bir sirki durduruyordum,” diye yanıtladı. Arka koltuğa uzandı, katlanmış bir palto çıkardı ve bileklerindeki yaralar için ona verdi. Angela paltoyu omuzlarına aldı, hafifçe çam ve eyer yağı kokuyordu.
Yol boyunca konuşmadılar. Patika kızıl tepeler ve adaçayı çalılıkları arasında kıvrılıyordu. Deniz’in çiftliğine vardıklarında, Angela evin sadeliğine, duvardaki kitaplara ve şömine rafındaki solmuş fotoğrafa dikkat etti. Deniz’in nişanlısı Eliza’ydı o fotoğraftaki kadın. Deniz, “Olacaktı,” dedi. “Annesini ziyaretten dönüyorduk. Beş adam pusu kurdu. O kurtulamadı.” Angela üzgün olduğunu söyledi. Deniz, “Bazı şeyler seni terk etse bile senden gitmiyor,” dedi. Angela, “O zaman beni neden yanına aldın?” diye sordu. Deniz, “Tanıdık bir şey gördüm. İriliğinde değil, gözlerinde,” dedi. Angela, Watt geçidinden beri ilk kez kim olduğundan utanmadı.
Çiftlikte günler geçti. Angela, sabahları erken kalkıyor, odun kesiyor, su taşıyor, verandayı süpürüyordu. Deniz hiçbir zaman emir vermiyordu; Angela ise işe yaramaz hissetmemek için çalışıyordu. Akşamları sessizce yemek yiyor, Deniz’in ona yeni bir sandalye yaptığını fark ediyordu. “Teşekkür ederim,” dedi bir akşam. Deniz, “Evin ikimize de uyması gerek artık,” diye yanıtladı. Daha önce kimse ona yer açmamıştı.
Güven hemen gelmedi. Mesafeyi korudular. Angela bazen Deniz’in kendisini izlediğini yakalıyordu; merakla değil, saygıyla. Bir gün kasabaya erzak almak için gittiler, barda Angela’ya yine alay edildi. Bir adam bileğini yakaladı. Deniz hemen yanında belirdi, adamı uyardı. Angela, “Bunu yapmak zorunda değildin,” dedi. Deniz, “Evet zorundaydım,” dedi. Angela, “Sen diğer erkeklere benzemiyorsun,” dedi. Deniz, “Sen de diğer kadınlara benzemiyorsun,” diye yanıtladı. Angela ilk kez bu sözleri bir lanet gibi değil, bir armağan gibi hissetti.
Bir sabah eski ahırda aletleri düzenlerken Angela, bir parşömen buldu. Yeni ağlar, çitler, sulama hatları için planlar vardı. Kenarlarında tanımadığı baş harfler ve semboller. Redstone Holding’in armalarını gördü. Silas Merit’in adını duymuştu. O akşam Deniz’e sordu. Deniz, “Bu araziyi almak istedi. Nişanlıma evlenme teklif etti. Reddetti. Sonra yangın çıktı,” dedi. Angela, “Beni bu yüzden mi tuttun? Onun yerini doldurmak için mi?” diye sordu. Deniz dürüstçe, “Belki başta öyleydi. Ama artık değil. Sen kimsenin gölgesi değilsin. Bizim gibi insanların kederden fazlasını hak ettiğine inanıyorum,” dedi.
Bir hafta sonra kasaba meclisinde halk toplantısı vardı. Randle Hay, “Kasabamızda bir canavarın kök salmasına izin verirsek ne olacağını söylemiştim,” diyerek Angela’yı suçladı. Angela sessizce ayağa kalktı, belinden bir oduncu baltası çıkardı ve platforma çıktı. “Güçlü olmak suçsa, suçluyum,” dedi. “Ama fırtınadan sonra ahırlarınızı, araba kasalarını, bu kasabayı güç inşa etti. Bu balta okul için odun doğradı, çiti onardı, çocuklarınızla kaos arasına dikildi.” Randle’a döndü, “Bana canavar diyorsun. Ama ben senin iznine ihtiyacım olmadığını savunuyorum.”
Odaya ölüm sessizliği çöktü. Sonra yaşlı bir kadın, ardından bir çiftçi, bir öğretmen ayağa kalktı. Tek tek kasaba halkı sessizce Angela’yı destekledi. Randle geri çekildi.
O gece ateş geldi. Güney tarlasını yakmışlardı. Angela, Deniz ile birlikte kasaba halkını uyandırdı. Yangını durdurmak için ahırın arkasındaki duvarı yıkmaya karar verdi. Angela, kollarının gücüyle dev duvarı yıktı. Alevler duvara çarptı ve dağıldı. Kasaba halkı birlikte çalışarak yangını söndürdü. Sabah olduğunda, Angela’ya minnetle bakan insanlar vardı. Bir çiftçi, “Ahırımı kurtardın,” dedi. Bir başkası, “Kızım, evimi kurtardın,” dedi. Deniz, “O çok iri değil. O hala ayakta olmamızın nedeni,” dedi.
Sonbahar geldiğinde hasat festivali düzenlendi. Angela, kasabanın ortasında, artık bir yük değil, bir kahraman olarak duruyordu. Belediye başkanı onu sahneye çağırdı. “Bazı insanlar gücünüzü tuhaf gördü. Şimdi biz onu bir armağan olarak görüyoruz,” dedi. Deniz sahneye çıktı, annesinin eski gümüş kol manşetini Angela’ya taktı. “Sen asla çok iri değildin. Sen bu kasaba için, bu hayat için ve benim için tam doğruydun,” dedi.
Angela ona baktı, gümüş fener ışığını yakaladı. Artık gerçek bir gülümsemeyle, korumasız ve ışık saçan bir gülümsemeyle kasabaya ait olduğunu hissetti. Deniz’in kolunu tuttu, birlikte sahneden indiler. Kasaba halkı artık bir izleyici değil, bir topluluktu. Çocuklar ona koştu, kadınlar pişirme masasına davet etti. Kimse artık “çok iri” demedi, “buraya aitsin” dediler.
O gece, Angela ateş çukurunun yanında durdu, Deniz yanındaydı. Küçük Abigail elinde elma şarabı ile “Benimle dans eder misin?” dedi. Angela gülümsedi, “Pek dansçı sayılmam,” dedi. Deniz, “Bir duvarı yıktın, bir kasabayı kurtardın, birkaç adımı da halledersin,” dedi. Angela, Abigail’in ve Deniz’in elini tuttu, dans ettiler. Mükemmel değil, zarif değil ama hayat dolu ve neşeyle.
Kasaba halkı katıldı, kahkahalar yıldızlara ulaştı. Angela, artık bir platformda satılan bir kız değil, bir şey inşa etmiş bir kadındı. Bir hayat, bir yuva ve nihayet özgürlük. Batı yıldızlarının altında, onu tam doğru olarak gören adamın yanında, Angela özgürlükten fazlasını buldu. Aidiyet buldu. Bir yük olarak satılan bir kasabayı bir arada tutan kalp oldu.
Son.
.