32 mektup çatı katında gömülü – her biri asla gerçeği söylemeye cesaret edemeyen birinden özür

32 mektup çatı katında gömülü – her biri asla gerçeği söylemeye cesaret edemeyen birinden özür

Yıllar önce, bir Anadolu kasabasının dışındaki eski bir konakta, temellerinin altında gömülü gibi görünen sırlarıyla bir aile yaşıyordu. O konak, 19. yüzyılda yapılmış, kuşaktan kuşağa geçen bir yapıya sahipti; duvarlarında mutlu hikâyeler, yasak aşklar, kaçınılmaz kayıplar ve sonsuz sessizlikler barındırıyordu. Çatı katı — çıplak kirişleri, gıcırdayan tahta döşemesi ve yıllardır varlığı bile aranmayan böcekleriyle tozlu bir mekân — çocuk odalarından, oturma salonundan ve dedesinin çalışma odasından ayrı, evin sakinlerinin pek gitmediği bir yerdi. Uzun zamandır kimse oraya çıkmamıştı. Ama bir gün, genç Elif, ailenin büyük torunu olarak, üzerine basıldığında gıcırdayan eski merdiveni tırmanmaya cesaret etti ve sararmış mektuplarla dolu eski bir sandık buldu.

Tam olarak otuz iki mektuptu. Hepsi aynı kişiye gönderilmişti: adı geçmiyordu ama her satırda, her kıvrımda onun yankısı hissedilebiliyordu. Her mektup «Sevgili…» diye başlıyor, ardından bir itiraf, bir feryat, bir özür geliyordu. Her mektup ölümünden sonra yazılmış imza taşıyordu, sanki mektubu yazan kişi, bunun asla teslim edilmeyeceğini biliyormuş gibi. Elif, ilkini açtığında ürperdi: mürekkep hafif solmuş, kelimeler kağıtta titriyordu. «Sana hissettiklerimi söylemediğim için özür dilerim», diyordu. «Korkumu sakladığım için. Aslında ölümden korkarken kayıtsızmış gibi davrandığım için». Bir sonraki mektup bir veda acısından, suskun bir aşktan, gerçekle yüzleşememenin imkânsızlığından söz ediyordu. Ve böylece, mektup mektup ilerledikçe, gizli bir hikâye örülüyordu.

Elif okumaya daldı. Mektupların büyük büyük dedesi Ahmet tarafından yazıldığını öğrendi; gençliğinde başka birini — karısı değil, resmi bir nişanlısı da olmayan — ama kaderin ve şartların onu sessizliğe zorladığı bir kadını — sevmişti. Her mektup o hikâyenin bir parçasıydı: ilk karşılaşma, söylenmemiş söz, aile tarafından zorlanan uzaklık, aldatıcı evlilik, sessiz bir feragat, pişmanlık yüküyle geçirmiş bir ömür. Sonuçta bu, zafer kazanan bir aşk anlatısı değil, ertelenmiş, bastırılmış, asla sahip çıkılmamış bir aşk hikâyesiydi.

O keşiften sonra ev fısıltılarını açığa çıkarmaya başladı. Elif, büyük anneannesinin torunlarına hikâyeler anlattığı ana salonun şöminesinde, Ahmet’in yirmi ikinci mektubu gizlediği bir yarık olduğunu fark etti. Eski kitaplıkta gizli bir kapı vardı ve arkasında duvarda bir niş; orada yirmi yedinci mektup duruyordu… Yavaş yavaş, her mektup evin coğrafyasında yerini buluyordu, sanki evin kendisi yıllardır taşıdığı o görünmez yükten kurtulmak istiyordu. Ve Elif, bunun sadece bir sandık dolusu mektup olmadığını; sessizlikle ve yanıtsız sorularla kuşaktan kuşağa geçen bir aile yükü olduğunu anladığında, hayatı değişti.

Okurken, her mektubun yalnızca adı anılmayan sevdiğe yönelik bir özür değil; aynı zamanda gelenlere bir uyarı olduğunu fark etti: korkunun konuşmanı engellemesine izin verme. Başkalarının beklentilerinin arzularını senden koparmasına izin verme. Aşkın adı sabaha karşı ölen bir fısıltıya dönüşmesin. Ve öylece, o an—yüzyıllar eski olsa da—Elif anladı ki bu hikâye hâlâ kendi hayatının köşelerinde, seçimlerinde, şüphelerinde, içtenlik arzusunda yaşıyordu.

Otuz birinci mektubu eline aldığında, satırlar şöyle diyordu: «Seni uzaktan izliyorum, ve yıllar yüzümü değiştirdi ama aşkımı değil. Ve şimdi korkarım ki yaşlılık beni yakalasın da sen benim için ne ifade ettiğini asla anlamadan.» Kapaklanmamış bir yara açarcasına geldi bu. Elif, yanaklarında gözyaşlarıyla hissetti; dış dünya — Anadolu yaylasında gün batımının sıcak tonları, cırcır böceklerinin sesi, asırlık ağaçların dallarını sallayan rüzgâr — duruyormuş gibi görünüyordu ve o feryadı dinliyordu. Ve son mektup, otuz ikinci, yalnızca kalp titreyerek okunabilirdi. Artık sözlerden değil, huzura dair sessiz bir teklif içeriyordu: «Bu mektubu bırakıyorum çünkü artık korkum yok. Bu mektubu bırakıyorum çünkü senin özgür olmanı istiyorum. Ve ben de özgür olmak istiyorum.»

Genç kız okumaya gün batana kadar devam etti ve ev gölgelere büründü. Hâlâ bilmiyordu tüm bu mektuplarla ne yapacağını. Annesine mi söylemeli, büyüklerine mi? Yakmalı mı, saklamalı mı, yayımlamalı mı? Ama karar vermeden önce, Elif anladı ki beklenmedik bir yola girmişti: geçmişle, pişmanlıkla, söylenmemiş gerçeklerle bağlantı kurmuştu. Ve aynı zamanda gelecekle, sessizlik zincirini kırma ihtimaliyle.

O gece, eski konak derin bir nefes aldı gibi oldu. Kirişler hafifçe gıcırdadı, sanki sakladıkları sırları bırakmak istermişçesine. Elif, mektupların dolu olduğu sandığı yatağının yanında uyudu; kalbi hafif ve gergindi. Çünkü biliyordu ki içinde bir şey sonsuza dek değişmişti: konuşma cesareti. Ne kibir için, ne gurur için, sadece içtenlik için.

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News