MÜDÜR BAĞIRDI: “KOVULDUN!”… TA KI MILYONER GELIP HER ŞEYI DEĞIŞTIRENE KADAR

Kovulmaktan Aşka: Boğazın Işıkları Altında Bir Söz
Nuran Güneş, hayatının sıradan bir Salı sabahının İstanbul’un hareketli İstiklal Caddesi’ndeki Küçük Simit Sarayı adlı kafede tamamen değişeceğini asla hayal etmemişti.
Sabahın üçüncü Türk kahvesini hazırlarken, müdür Mehmet Bey öfkeden kıpkırmızı olmuş bir yüzle yanına yaklaştı. Eski samovardan yükselen buhar, Nuran’ın gözlüklerini buğulandırırken, o, kalabalık mekanda yankılanan bağırışlar karşısında sakin kalmaya çalışıyordu.
“Nuran, bu hafta tam üç fincan kırdın!” diye bağırdı Mehmet Bey, mermer tezgaha yumruğunu vurarak. “Dün de altı masadaki beyefendiden ekstra şeker parasını almayı unuttun!”
“Özür dilerim efendim, bir daha olmayacak,” diye cevap verdi Nuran, büyükannesinin el emeğiyle işlediği önlüğe ellerini silerek.
“Olmayacak, çünkü kovuldun!” diye haykırdı müdür, tüm müşterilerin dönüp bakmasına neden oldu.
Nuran, dünyasının başına yıkıldığını hissetti. Yirmi dokuz yaşındaydı ve beş yıldır Trabzon’dan Büyükşehir’e gelip yeni bir hayat kurmaya çalıştığından beri bu kafede çalışıyordu. Bu iş tek geçim kaynağıydı ve onsuz Beyoğlu’nda iki ev arkadaşıyla paylaştığı küçük dairenin kirasını bile ödeyemezdi.
Gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Önlüğünü çözdü. Müşteriler aralarında fısıldaşıyor, bazıları acıma dolu ifadelerle bakıyordu. Her zaman ona teselli veren tanıdık kahve ve sıcak börek kokusu, şimdi boğucu bir ağırlık hissettiriyordu.
Tam o sırada kafenin kapısı büyük bir gürültüyle açıldı ve bronz çan şiddetli bir şekilde sallandı. Lacivert, kusursuz bir takım elbise giyen uzun boylu bir adam aceleyle içeri girdi. İtalyan deri ayakkabıları taş zeminde ses çıkarırken, koyu renk gözleri mekanda bir şey ya da birini arıyordu.
Nuran o yüzü hemen tanıdı. Bu, dergilere göre İstanbul’un en zengin adamı, otuz dört yaşındaki Tuncay Kılıçoğlu’ydu; Türkiye’nin dört bir yanına yayılan lüks otel zincirinin sahibi.
Tezgahın önünde durdu. Müdürü tamamen görmezden gelerek doğrudan Nuran’a baktı.
“Sen Nuran Güneş misin?” diye sordu kararlı bir sesle.
Nuran, hala titreyen elleriyle önlüğünü tutarken sadece başını sallayabildi.
“Seninle konuşmam gerek. Baban Hasan Güneş hakkında.”
Nuran’ın dünyası durdu. Babası, o on dört yaşındayken, tam on beş yıl önce ölmüştü. Bu milyoner adam, bu kadar zamandır hayatta olmayan biri hakkında ne isteyebilirdi?
Tuncay, Nuran’ı meraklı bakışlardan uzak, kafenin köşesindeki bir masaya götürdü. Mehmet Bey, şehrin en güçlü iş insanının varlığından açıkça çekinmiş, sessiz kalmıştı.
“Baban, ben on dokuz yaşındayken hayatımı kurtardı,” dedi Tuncay. Küçük bir gümüş kaşığı karıştırırken devam etti: “Trabzon’a babamın almak istediği bir araziyi görmek için gitmiştim. Karadeniz’de korkunç bir fırtına gecesiydi.”
Nuran dikkatle dinledi. Babası ömrü boyunca balıkçıydı ve o suları herkesten iyi bilirdi.
“Teknem kıyıya yakın bir yerde battı,” diye devam etti Tuncay. “Doğru düzgün yüzme bilmiyordum. Baban beni buz gibi sudan çıkardı ve evine götürdü. Annen, Allah rahmet eylesin, bana kuru kıyafetler ve sıcak yemek verdi.”
“Bunu neden hiç bilmiyordum?” diye sordu Nuran, sesi titreyerek.
“Çünkü baban bunu kimseye anlatmamamı istedi. Dedi ki, ‘Birine yardım etmek övünülecek bir şey değil.’ Ama ona bir gün bu iyiliğin karşılığını vereceğime söz verdim.”
Tuncay, ceketinin cebinden zamanla sararmış küçük bir mektup çıkardı. “O gece bana bunu verdi. Eğer bir gün hayatta başarılı olursam, seni bulmamı ve bu mektubu sana vermemi söyledi.”
Nuran, titreyen ellerle zarfı açtı. Babasının tanıdık yazısı gözlerinin önünde dans etti.
Sevgili Nur Hanım,
Eğer bunu okuyorsan, genç Tuncay sözünü tutan bir adam olmuş demektir. Her zaman güçlü olacağını biliyordum, ama şunu bilmeni istiyorum: Hayatın sana sunabileceği tüm fırsatları hak ediyorsun. Seçimlerine güven.
Nuran’ın yüzünden yaşlar özgürce süzülüyordu.
“Bir şey daha var,” dedi Tuncay, gözlerinin içine bakarak. “Boğaz’da yeni satın aldığım küçük bir kafeyi yönetecek birini arıyorum. Gerçekten misafirperverliği ve insanlara özen göstermeyi bilen birini. Kabul eder misin?”
Nuran, uzaktan konuşmayı izleyen ve yüzünde çaresiz bir ifadeyle duran Mehmet Bey’e baktı. Sonra, on beş uzun yıl boyunca bir sözü taşıyan bu yabancıya, Tuncay’a döndü.
“Neden ben?” diye sordu.
“Çünkü sen Hasan Güneş’in kızısın ve burada en zor anlarda bile müşterilere nasıl davrandığını gördüm. Bu öğretilmez Nuran. Bu miras alınır.”
Ama Tuncay’ın bakışlarında Nuran’ın çözemediği bir şey vardı. Sanki sadece bir minnet borcundan fazlasını ifade ediyordu.
Üç gün sonra Nuran, Boğaz’ın masmavi sularına doğrudan bakan parke taşlı küçük bir sokakta bulunan Cafe Boğaz‘ın önünde duruyordu. İki katlı bina, turkuaz boyalı ahşap pencerelere ve önünde, üzüm yüklü bir asmanın altında birkaç masa bulunan küçük bir bahçeye sahipti.
Tuncay, sabah tam dokuzda, elinde iki küçük cam bardakta çaylarla belirdi. “Yeni kafende ilk çayı içmek istersin diye düşündüm,” dedi bir bardağı uzatarak.
“Hala buna inanamıyorum,” dedi Nuran, ılık çayı kabul ederken. “Dün kovuluyordum, bugün kendi yerimi yönetiyorum.”
“Aslında sana bir şey söylemem gerek,” dedi Tuncay, hasır bir sandalyeye otururken. “Bu kafe benim için sadece bir iş değil, Nuran.”
Nuran, yanındaki sandalyeye oturdu ve dikkatle dinlemeye başladı.
“Annem küçükken beni buraya getirirdi. Burası onun İstanbul’daki en sevdiği yerdi. Üç yıl önce o öldükten sonra burayı satın aldım ama bir türlü açamadım. Buraya her geldiğimde anılar çok ağır geliyordu.”
“Peki şimdi?” diye sordu Nuran nazikçe.
“Şimdi, annemin buranın yeniden hayat bulduğunu görmekten mutlu olacağını biliyorum. Ve sende onun sahip olduğu aynı nezaket var. İnsanları evlerinde hissettirme şeklin aynı.”
Sonraki haftalarda Nuran, kafeyi hazırlamak için durmaksızın çalıştı. Tuncay neredeyse her gün bir bahane bulup geliyordu: yeni tedarikçiler getirmek, ekipmanları kontrol etmek ya da menüyü tartışmak. Ama Nuran, onun sadece orada olmaktan hoşlandığını fark etmişti.
Birlikte rahat bir rutin geliştirdiler. Nuran, Tuncay’ın sevdiği gibi bol şekerli ve bir tutam kakuleli Türk kahvesi hazırlıyordu. Tuncay ise her zaman bir şeyler getiriyordu: masalara taze çiçekler, denemeleri için yeni bir baklava türü ya da sadece annesiyle ilgili hikayeler.
“Annem şehrin en iyi peynirli böreğini yapardı,” dedi Tuncay bir öğleden sonra, Nuran’a fincanları düzenlemede yardım ederken. “Her Pazar sabahı, hamuru hazırlamak için beşte uyanırdı.”
“Benim annem de börek yapardı,” dedi Nuran gülümseyerek, “ama onunkisi ıspanaklıydı. Ailenin gizli tarifi olduğunu söylerdi.”
“Bu tarifi bizim aşçımıza öğretebilir misin?” diye sordu Tuncay.
“Bizim aşçımıza mı?” diye tekrarladı Nuran, “bizim” kelimesine vurgu yaparak.
Tuncay hafifçe kızardı. “Özür dilerim, kafenin aşçısı demek istedim.”
Ama Nuran, Tuncay’ın henüz itiraf etmeye cesaret edemediği bir şeyi fark etmişti. Onun bakışları değişmişti. Artık sadece babasına duyduğu minnetle ilgili değildi. Her paylaştıkları çay bardağında aralarında büyüyen yeni bir şey vardı.
Açılıştan önceki gece, son çiçekleri masalara yerleştirirken Tuncay birden durdu. “Nuran, kişisel bir soru sorabilir miyim?”
“Tabii,” dedi Nuran, kristal bir vazoya kırmızı bir lale yerleştirirken.
“Hiç evlenmedin mi? Hiç özel biri olmadı mı?”
Nuran yaptığı işi bırakıp ona doğrudan baktı. “Oldu. İki yıl önce. Çok çalıştığımı, ona yeterince ilgi göstermediğimi söyledi. Bir gün sadece çekip gitti.”
“Üzgünüm,” dedi Tuncay içtenlikle. “Peki ya sen? Senin gibi bir adam…”
“…paranın ötesinde beni gören birini hiç bulamadım,” diye sözünü kesti Tuncay. “Şimdiye kadar.”
Ardından gelen sessizlik anlam yüklüydü. Nuran kalbinin hızlandığını hissetti ama sorması gereken bir soru vardı. “Tuncay, beni buraya gerçekten sadece babam yüzünden mi getirdin?”
Tuncay, Boğaz’da yansıyan ışıklara bakarak pencereden dışarıya uzun uzun baktı. “Başta evet, bir onur borcuydu. Ama şimdi artık ne hissettiğimi bilmiyorum.”
Cafe Boğaz’ın açılışı büyük bir başarıydı. Müşteriler her masayı doldurdu, hem Nuran’ın ıspanaklı böreğini hem de Boğaz’ın muhteşem manzarasını övdü. Tuncay uzaktan her şeyi gururlu bir gülümsemeyle izledi. Ama gece ilerledikçe Nuran, onun her zamankinden daha sessiz olduğunu fark etti.
Son müşteri saat onda ayrıldığında Nuran sonunda sordu. “Ne oldu? Kafe mükemmeldi.”
“Sorun da tam olarak bu,” dedi Tuncay sandalyeleri üst üste koyarken ona yardım ederek. “Artık bana ihtiyacın yok.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Nuran, seni bulmaya geldiğimde net bir amacım vardı: babamla verdiğim sözü yerine getirmek. Şimdi kafe çalışıyor. Sen bağımsızlığını kazandın. Artık senin hayatında yerim ne, bilmiyorum.”
Nuran, masayı silmeyi bırakıp ona yaklaştı. “Ya ben, senin yerinin yanımda olduğunu söylersem? Babama bir şey borçlu olduğun için değil, çünkü seni seçiyorum.”
“Beni yeterince tanımıyorsun,” dedi Tuncay başını sallayarak. “Karmaşık bir adamım. Çok çalışıyorum. Büyük sorumluluklarım var. Bu sana haksızlık olur.”
“Buna benim karar vermeme izin ver,” dedi Nuran kararlılıkla. “Tuncay, bu iki ayda bana hayatımdaki herhangi bir erkekten daha fazla nezaket ve saygı gösterdin. En çok ihtiyacım olduğunda bana onurumu geri verdin.”
“Ama ya minnettarlığı aşkla karıştırıyorsan?”
Nuran hafifçe güldü ve onun ellerini kendi ellerinin arasına aldı. “Farkı bilmediğimi mi sanıyorsun? Yirmi dokuz yaşındayım. Sevdim, acı çektim, yeniden ayağa kalktım. Ne hissettiğimi çok iyi biliyorum.”
Tuncay, onun gözlerine derinlemesine baktı. “Peki ne hissediyorsun?”
“Hayatımda ilk kez beni gerçekten gören birini buldum. Kafedeki garson olarak değil, balıkçının kızı olarak değil. Sen beni Nuran olarak görüyorsun. Sadece Nuran.”
“Ya yanlış yaparsak?”
“Ya doğru yaparsak,” diye yanıtladı Nuran. Tuncay’ın ellerini sıktı. “Babam her zaman derdi ki, ‘Hayat deniz gibidir. Bazen sakin, bazen dalgalı ama her zaman hareket halinde. Tek yapabileceğimiz, kiminle yol almak istediğimizi seçmek.'”
Tuncay o gece ilk kez gülümsedi. “Baban bilge bir adamdı.”
“Öyleydi. Ve şunu da derdi: ‘Birisi senin hayatını kurtardığında, sadece minnettar olmamalısın. O hayatı kurtarılmaya değer kılacak bir şeyler yapmalısın.'”
Tuncay onu nazikçe kendine çekti. “Sen bunu zaten yapıyorsun Nuran. Müşterilere verdiğin her gülümsemede, bu kafede kendini özel hissettirdiğin her insanda, benim hayatımı değerli kılıyorsun. O zaman, birlikte inşa ettiğimiz şeyden kaçmayı bırak.”
Orada, kafenin boş masaları arasında, ay ışığının Boğaz’ın sularında yansıdığı pencereden süzülen ışıkta öpüştüler. Bu bir yeniden başlangıçtı, ikinci bir şans; birbirinde sadece aşkı değil, aynı zamanda bir yuva bulan iki insanın öpücüğüydü.
Altı ay sonra Cafe Boğaz, mahallenin en sevilen buluşma noktası haline gelmişti. Nuran menüyü genişletmiş, turistler arasında büyük başarı kazanan geleneksel Trabzon yemeklerini eklemişti. Tuncay her sabah kahvaltı için, her öğleden sonra da hareketliliği izlemek için geliyordu.
Bir bahar sabahı, Nuran günün ilk Türk kahvesini hazırlarken Tuncay elinde bir şeyle yaklaştı. “Sana bir hediyem var,” dedi.
Bu, bronz bir plaka üzerine kazınmış bir yazıydı: CAFE BOĞAZ Nuran Güneş ve Tuncay Kılıçoğlu tarafından kuruldu. Bize, birine yardım etmenin en büyük zenginlik olduğunu öğreten Hasan Güneş’in anısına.
“Bunu girişe asmak için,” diye açıkladı Tuncay. “Çünkü bu yer bir iyilikle doğdu ve başkalarına ilham vermeye devam etmeli.”
Nuran ona sıkıca sarıldı. Kalbi minnettarlık ve aşkla dolup taşıyordu. “Bana sadece bir kafe değil, yeni bir amaç verdiğin için teşekkür ederim.”
“Asıl sen, bir sözü onurlandırmanın bazen onu daha büyük bir şeye dönüştürmek olduğunu gösterdiğin için teşekkür ederim. Bazen yeniden başlamak, başlangıca dönmek değildir. Sadece yeni bir yol seçmektir. Ve bu yolu açık bir kalple seçtiğimizde, en güzel hikayelerin tam da her şeyin bittiğini düşündüğümüz yerde başladığını keşfederiz.”