Hamile kadın ve çocuğu ölüme terk edildi… Ta ki bir Lakota onu bulana kadar

Hamile kadın ve çocuğu ölüme terk edildi… Ta ki bir Lakota onu bulana kadar

.

.

Hamile Kadın ve Çocuğu Ölüme Terk Edildi… Ta ki Bir Lakota Onu Bulana Kadar

1857 yazının kavurucu güneşi, Minnesota’nın sonsuz bozkırlarını yakıyordu. Sara Donovan, hamile bedeni kaba iplerle bağlanmış, yalnız bir meşe ağacının gövdesine yaslanmıştı. Dudakları çatlamış, susuzluk ve acı içinde kıvranıyordu. Gözlerinden süzülen sıcak gözyaşları, hem acısını hem de içinde büyüyen hayatın umudunu yansıtıyordu. Kısa süre önce umutla katıldığı vagon kervanı, şimdi ufukta uzaklaşan bir toz bulutu olmuştu.

Sara için yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgi, o yalnız meşe ağacıydı. Kocasını, Edward Donovan’ı üç gün önce acımasız tifüs hastalığı almıştı. Boston’u terk edip batıya, yeni bir hayata başlamışlardı. Ancak Edward’dan geriye sadece parmağındaki basit alyans ve rahminde büyüyen yeni hayat kalmıştı.

Kervan lideri William Montgomery, Edward’a karşı duyduğu antipatiyi gizlememiş, Edward’ın ölümüyle birlikte Sara’ya karşı düşmanca davranmıştı. Kocasının ölümünden bir gün bile geçmeden Sara’yı kamp toplantısında lanet getirdiği, cadı olduğu söylentileri yayıldı. Çünkü aynı hastalıktan ölen diğer üç yerleşimci arasında Sara’nın sağlıklı kalması, insanlarda korku ve şüphe yaratmıştı.

Şafak vakti, Montgomery ve iki adamı Sara’yı kamp dışına sürükleyip, yalvarmalarına rağmen onu yalnız bir meşe ağacına bağladılar. Vahşi doğanın ve yırtıcı hayvanların onu yok etmesi için kaderine terk ettiler. “Cadılığın cenini yeni yuvamızı kirletemez,” sözleri Sara’nın hafızasına kazındı.

İlk gün, öfke onu hayatta tuttu. İplere karşı direniyor, kanayan bilekleriyle özgürlük için savaşıyordu. İkinci gün, umut azalmaya başladı. Güneş acımasızca kavururken, dudakları çatlamış, susuzluk çekiyordu. Son gücüyle mücadele etti, sonunda yarı baygın bir halde ağaçta sallanıyordu. Rahmindeki bebeği kıpırdıyor, ona yalnız olmadığını hatırlatıyordu.

Üçüncü gün, yorgun bedenini garip bir huzur kapladı. Ölümden korkmuyordu artık; sadece çocuğunun gün doğumunu göremeyeceği, bozkırda yağmur kokusunu hissedemeyeceği için üzülüyordu. Göz kapakları ağırlaşırken, uzaklarda toz bulutu belirdi. Önce hayal sandı, belki de susuzluğun yarattığı bir halüsinasyon. Ancak yaklaşan, batan güneşin kızıl ışığında beliren tek bir atlıydı.

Lakota kabilesinden Akaşa Geyik, o gün kalbinde garip bir huzursuzluk hissediyordu. Ruhların fısıltısı onu normal avlanma alanından uzağa sürüklüyordu. Atıyla ilerlerken yalnız meşe ağacını ve bağlı bir insan siluetini gördü. Sara yarı baygın, güneşten kızarmış, susuzluktan çatlamış dudaklarıyla ona baktı. Korku ve umut karışımı bir ifade vardı gözlerinde.

Akaşa, su tulumunu dudaklarına götürdü. Sara, hayatında hiç bu kadar ferahlatıcı bir su içmemişti. Akaşa iplerini kesti, Sara’nın zayıf bacakları yere düşerken onu yakaladı. Hamile olduğunu fark ettiğinde gözlerinde öfke ve koruma duygusu belirdi. Lakota geleneklerine göre hamile kadınlar kutsaldı ve korunmaları her savaşçının görevidir.

Ateş yaktılar, Akaşa o gün avladığı eti pişirirken Sara yavaş yavaş güç topladı. Dil engeline rağmen durumu açıkladı, Akaşa sessizce dinledi; gözlerinde beyaz adamların zalimliğine karşı derin bir öfke vardı.

Gece bozkırın sonsuz karanlığına çökerken, Sara ateşin yanında Akaşa’nın verdiği battaniyeye sarılmıştı. Akaşa birkaç adım ötede oturuyor, gece seslerini dinliyordu. Sara yarının ne getireceğini bilmiyordu ama üç gün sonra ilk kez huzurla uyudu.

Şafakta Akaşa atına bindiğinde Sara uyanmış, onu terk edeceği korkusuyla kalbi sıkışmıştı. Ancak Akaşa sakin kalmasını işaret etti. Birkaç saat sonra geri döndü; yanında Lakota kabilesinin yaralıları taşımak için kullandığı basit ama sağlam bir sedye vardı.

Sara sedyeye oturtuldu, Akaşa ona dikkatle baktı. Aralarında kelimeler olmadan derin bir anlayış doğdu. Üç gün süren yolculuk boyunca Sara’nın korkuları yavaş yavaş azaldı. Akaşa doğayla uyumu, bitkilerin özelliklerini, hayvanların izlerini takip edişini gösterdi. Sara, şehir hayatından sonra doğayla bu uyuma hayran kaldı.

Üçüncü gün akşamı Lakota kampına ulaştılar. Sara korkuyordu; yabancı olarak nasıl karşılanacaktı? Ancak geri dönüş yolu yoktu. Kabile şefi Akaşa’nın babasıydı, oğlunun hikayesini dinledi. Yaşlı kadınlar Sara’ya temiz kıyafetler, yiyecek ve çadırda yatak verdi. Şaman yıldızların sesiyle onu muayene etti, anne ve bebeğin güçlü olduğunu onayladı.

Sara yeni hayatına uyum sağladı. Lakota dilinden bazı kelimeler öğrendi, kadınlara günlük işlerde yardım etti. Başlangıçtaki şüphecilik yerini saygıya bıraktı. Akaşa genellikle avlanmaya giderdi ama her dönüşünde Sara’nın çadırını arardı.

Bir sabah Sara şiddetli ağrılarla uyandı; doğum zamanı gelmişti. Kabilenin kadınları etrafını sardı, yıldızların sesi süreci yönlendirdi. Uzun ve zorlu saatlerin ardından sağlıklı bir erkek çocuk dünyaya geldi. Sara, oğluna Edward’ın adını verdi. Lakota kadınları ona “güneş ışığı çocuğu” dedi, çünkü doğduğu anda güneş ışınları çadırın içine süzülüyordu.

Kabile büyük bir kutlama düzenledi. Akaşa bile danslara katıldı; savaşçı genellikle topluluk etkinliklerinde çekingen davranırdı. Sara çadırına çekildiğinde Akaşa yanına geldi, sessizce uyuyan çocuğa baktı, alnına elini koyup eski bir kutsama mırıldandı. Sara’nın kalbi garip bir sıcaklıkla doldu.

Zor geçen kış geldi. Sara, kabilenin öğretileriyle kendine ve çocuğuna nasıl bakacağını öğrendi. Akaşa giderek daha fazla zaman geçiriyor, çocuğa doğa yasalarını öğretiyordu. Sara’nın kırılmış kalbi yavaş yavaş iyileşiyordu.

Ancak huzurlu günler uzun sürmedi. Baharda beyaz askerlerin bölgeye hareketliliği haberleri geldi. Lakota gözcüleri nehir boyunca yeni bir kale inşa edildiğini bildirdi. Kabile endişeliydi; bu, genişleyen beyaz adamın tehdit anlamına geliyordu.

Bir gece Sara, kamp ateşi yanında Akaşa’yı buldu. Sessizce yan yana oturdular. Sara korkularını anlattı: askerler kabileyi bulursa, beyaz yerleşimcilerden kaçırıldığını düşünerek oğlunu alabilir ya da ikisini de öldürebilirlerdi. En çok da kabilenin güvenliği için endişeliydi.

Akaşa, halkının tarihinin beyaz adamların ihanetleriyle dolu olduğunu, askerlerin varlığının gerçek bir tehlike olduğunu anlattı. Uzun süren sohbetin ardından şafakta karar verdiler: Sara ve oğlu Akaşa’nın liderliğinde kabile bölgesinden uzaklaşacaklardı.

Yolculuk zorluydu. Askeri devriyeyle karşılaştılar ama Akaşa’nın zekası sayesinde yakalanmadılar. Savaşçı, onları uzaklarda bir sığınak buldu, sahte izler bıraktı. Nehirden geçerken Akaşa çocuğu taşıdı, Sara’yı destekledi. Küçük Edward duruma alışmış gibiydi.

Üç hafta sonra Hollow Cross adlı sınır yerleşimine ulaştılar. Burası yasaların şehirlerdeki gibi işlemediği, farklı insanların yaşadığı bir yerdi. Akaşa burada kalamayacağını biliyordu. Veda zamanıydı.

Sara, oğlunu kucaklayarak Akaşa’ya sarıldı. Akaşa tereddüt etti ama karşılık verdi. Aralarında adlandırılamayan, önyargılardan güçlü bir bağ başlamıştı. Akaşa, Sara’nın yerleşime girmesini izledikten sonra atına binip kabilesine döndü.

Sara Donoven artık Boston’dan ayrılan saf yerleşimci kız değildi. Daha güvenli, dik duran, hayatta kalmayı bilen bir kadındı. Yerleşimde mutfakta iş buldu, hancının karısı onları sevgiyle karşıladı. Geçmişi kimse tarafından soruşturulmadı; sınır yerleşiminde herkesin sırları vardı.

Ancak Sara, Montgomery ve kervan üyelerinin buraya gelebileceği korkusuyla Akaşa’yı ve kabilesini özlüyordu. Ruhun gücünün önemli olduğu, doğayla uyumun ve topluluğun korumasının olduğu o hayatı özlüyordu.

Her dolunayda oğlunu yatırdıktan sonra Sara, hanın çatısına çıkar, kuzeydeki kayanın olduğu yere bakardı. Akaşa’nın onları uzaktan koruduğunu bilirdi. Küçük Edward’ın ilk doğum gününde Sara karar verdi: artık duygularını inkar etmeyecekti.

Eşyalarını topladı, bir at satın aldı ve yerleşimi terk etti. İlk başta doğuya yöneldi, uygarlığa döner gibi yaptı ama iki gün sonra kuzeye, anlaşmış oldukları kayanın bulunduğu yere doğru döndü.

Bir yıl geçmişti. Kayaya vardığında kimse yoktu. Bekledi, gece çöktü, ay yükseldi. Umudunu kaybetmek üzereyken uzaktan at nallarının sesi duyuldu. Akaşa geliyordu. Yüzünde daha fazla deneyim vardı ama gülümsemesi Sara’nın daha önce hiç görmediği türdendi.

Sara evine dönmüştü; taş evlere ya da beyaz şehirlere değil, kalbinin huzur bulduğu yere. Akaşa atından indi, onlara yürüdü. Küçük Edward merakla elini uzattı. Akaşa diz çöktü, kendi dilinde konuştu. Çocuk güldü. Sara’nın kalbi sıcaklıkla doldu.

Önlerinde zorlu bir yol vardı. İki dünya arasında denge kurmaları gerekiyordu. Ama birlikte her zorluğun üstesinden geleceklerdi.

Tarih kitapları nadiren bu tür hikayeleri anlatır. Vahşi Batı’nın kronikleri büyük savaşları, düelloları ve efsaneleri saklar. Ama gerçek kahramanlık sessiz seçimlerde, sebatta ve aşk ile aile adına dünyanın ön yargılarına karşı durabilme cesaretindedir.

Sara Donovan ve Akaşa Geyik’in hikayesi resmi kayıtlarda yer almasa da, Lakota kabilesi nesiller boyu anlatmaya devam etti. Beyaz kadın ile savaşçının kalplerin dilinde sınırların olmadığını kanıtladıkları bu hikaye, bozkırın sonsuz gökyüzü altında iki farklı dünyanın çocuğunun, başkalarının uçurum gördüğü yerde köprüler kurmayı öğrendiğinin öyküsüdür.

.

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News