Bir Eve İhtiyacın Var, Benim de Bir Anneye
Kar taneleri sessizce düşerken şehir beyaz bir örtüye bürünmüştü. Hayatın hızla aktığı otobüs durağında, sıradan bir akşam olağanüstü bir hikâyeye dönüştü.
Dört yaşındaki Laya Monroe, kırmızı montunun içinde, minik elleri eldivenlerine sıkıca sarılmış, bankta oturan genç kadına baktı. Kadının paltosu yırtılmıştı, sarı saçlarına karlar yapışmıştı. Solgun mavi gözlerinde bitmeyen fırtınalar saklıydı.
“Senin bir eve ihtiyacın var. Benim de bir anneye,” dedi Laya, sesi kışın sessizliğini yaran bir çan gibi.
Babası Elliot, telefon konuşmasını yarıda kesti, şaşkınlıkla kızının yanına koştu. Genç kadına şüpheyle baktı. Kadın ellerini kaldırdı.
“Ona dokunmadım,” diye fısıldadı kısık sesiyle. “Kendi geldi.”
Elliot gitmeliydi, biliyordu. Çocuğu varken yabancılara karışmak tehlikeliydi. Ama genç kadının dizleri çözüldü, karın üzerine yığıldı. Elliot onu kollarında yakaladı.
Nabzı zayıftı. Bedeninde ateş ve soğuk aynı anda çarpışıyordu. Bu kadın sadece evsiz değildi, aynı zamanda hastaydı.
O gece, Elliot’un evinde, yün battaniye altında yatan Isabelle, Laya’nın defterine çizdiği resimdeydi: üç kişi, el ele. Üzerine yazılmıştı: “Benim Evim.”
Isabelle’in hikâyesi zamanla ortaya çıktı. Bir zamanlar gelecek vadeden bir moda öğrencisiydi. Yanlış suçlamalar, ihanetler ve terk edilişler onu görünmez hale getirmişti.
Ama Laya görünmezliği görmedi. O, bir “anne” gördü.
Günler haftalara dönüştü. Isabelle yemek pişirdi, resim yaptı, evi sessiz bir sıcaklıkla doldurdu. Elliot ise kalbini kapalı tutmaya çalıştı. Bir kez kaybetmişti—karısını, Laya’nın annesini.
Geçmişteki skandallar yeniden gündeme geldiğinde, Isabelle gitmek zorunda kaldı. Ama kader onları yeniden buluşturdu.
Karlı bir gecede, Laya evden kaçtı. Elliot onu ararken, küçük kızın yaralanan elini Isabelle çoktan sarmıştı.
O an, Elliot’un bütün duvarları yıkıldı. Onun gözünde Isabelle artık yabancı değildi.
“Bize lazımsın,” dedi Elliot.
“Bir daha gitme anne,” diye fısıldadı Laya.
Isabelle ilk kez kalmaya değer hissetti.
Aylar sonra, bir yardım gecesinde, Isabelle’in tasarımları ışık saçarken, sahneye çıkan küçük bir ses salona yayıldı.
“Ev, duvarlar değildir.
Ev, bana şarkı söylediğinde, uyurken alnıma öptüğünde.
Ev, babamın güldüğü, annemin yanında olduğu yerdir.
Belki de ev, bu gecedir.”
Alkışlar arasında Elliot ilerledi, ellerinde Isabelle’in bir zamanlar Laya’ya sardığı fular vardı.
“O günü çerçevelettim,” dedi. “Çünkü evimiz o gün geri geldi.”
Isabelle titreyen dudaklarıyla fısıldadı: “O zaman eve dönmek istiyorum.”
Ve döndü.
Artık misafir değildi. Aile olmuştu.
Mutfağı kahkahalar doldurdu, fırından çıkan kalpli kurabiyeler evi mis kokularla sarıp sarmaladı. Elliot’un hazırladığı stüdyo, Isabelle’in yeniden üretmesi için ışık saçıyordu.
Bazen aile kan bağıyla kurulmaz. Kayıp anlarda birbirine tutunan ellerle kurulur.
Laya’nın o gün söylediği gibi: “Senin bir eve ihtiyacın var. Benim de bir anneye.”
Aslında o cümleyle, her ikisini de yaratmıştı.