Genç Kız Yaralı Yiğidin Yarasını Sardı – Aldığı Hediye Tüm Hayatını Değiştirdi!

Dağların Gölgesinde Bir Sevda
Güneş Karaçam köyünün üzerine yavaşça yükseliyordu. Yeşil dağların arasında kurulmuş bu köyde hayat her sabah aynı ritimle başlardı. Camiden ezan sesi yükselirdi. İnsanlar abdest alır, sabah namazına giderdi. Sonra işlerine dönülürdü. Tarlalar ekilirdi. Hayvanlar otlatılırdı. Kadınlar yemek pişirirdi.
Ama bir adam vardı ki ona bugünlük düzenden pay çıkmazdı. Kemal, 30 yaşındaydı. Güçlü bir yapısı vardı. Elleri çalışmaktan nasırlıydı. Saçları siyahtı. Gözleri kahverengiydi. Dürüst bir bakışı vardı. Ama köyde kimse onu sevmezdi. Neden mi? Çünkü annesi başka bir şehirden gelmişti. İstanbul’dan, büyükşehirden. Köy halkı onu yabancı sayardı. Babası ise bilinmezdi. Annesi asla söylemezdi. Bu gizem Kemal’i daha da şüpheli yapardı insanların gözünde.
15 yıl önce annesi hastalanmıştı. Genç yaşta ölmüştü. Kemal 15 yaşında yetim kalmıştı. Kimse ona sahip çıkmamıştı. Köyün dışında küçük bir kulübe yerleşmişti. Orada tek başına büyümüştü. Şimdi 30 yaşındaydı. Hala yalnızdı. Küçük bir bahçesi vardı. İki keçisi vardı. Bir eşeği vardı. Geçimini sağlamak için ormanda odun kesiyordu, köye satıyordu. Ama alışverişler hep soğuk geçerdi.
O sabah köye inmişti. Pazardan ekmek alması gerekiyordu, un alması gerekiyordu. Birkaç temel şey. Köy meydanına girdiğinde fısıltılar başladı. Kadınlar birbirlerine baktılar. Çocuklarını yanlarına çektiler. Erkekler kaşlarını çattı. Kimse selam vermedi. Kemal alışmıştı. İçi acısa da yüzünde hiçbir şey belli etmezdi. Başı dik yürürdü. Kimseye boyun eğmezdi.
Bakkalın önüne geldi, içeri girdi. Dükkan sahibi Mahmut Ağa onu görünce yüzünü ekşitti.
— Ne istiyorsun? dedi sert bir sesle.
— Günaydın Mahmut ağa, dedi Kemal saygıyla. Ekmek ve un almaya geldim.
— Ekmeğim yok senin için, dedi Mahmut Ağa. Un da kalmadı.
Kemal rafta hem ekmek hem un gördü ama tartışmadı. Boşuna yormazdı kendini.
— Anladım, dedi. O zaman başka bir gün gelirim.
Dışarı çıkarken kapıda iki adam duruyordu. Rıza Bey ve Aziz Bey. Köyün en zengin ailesi. Büyük toprakları vardı. Çok hayvanları vardı. Köy halkı onların sözünü dinlerdi. Rıza Bey 45 yaşlarındaydı. Şişmandı. Sakalı uzundu. Gözleri küçük ve sinsiydi. Aziz Bey kardeşiydi. Daha gençti. Daha zayıftı ama aynı derecede kötü yürekliydi.
— Bak bak, dedi Rıza Bey yüksek sesle. Kimliksiz adam gene gelmiş. Belki babasını arıyor, dedi Aziz Bey gülerek. Kim bilir babası kimdir?
Kemal durup onlara baktı. Sakin görünmeye çalışıyordu ama içinde öfke kabarıyordu.
— Babam kim olursa olsun, dedi, ben dürüst bir insanım. Allah beni görüyor.
— Allah mı? dedi Rıza Bey alay ederek. Allah babasız çocukları sever mi acaba?
— Allah herkesi aynı görür, dedi Kemal. Zengin fakir, babası belli belirsiz. Hepimiz onun kuluyuz.
Aziz Bey ileri doğru adım attı.
— Bize mi akıl öğretiyorsun sen? Senin gibi birinden…
Ama tam o sırada yaşlı bir adam araya girdi. İmam Ömer Efendi köyün imamıydı. 65 yaşındaydı. Ak sakallıydı. Bilge bir adamdı.
— Yeter, dedi sert ama sakin bir sesle. Sabah sabah ne bu kavga?
İmam Efendi, Kemal’e kötü davranıyorsunuz. Bu İslam’ın emri değildir. Peygamber efendimiz ne buyurdu? İnsanların değeri soyuna sopuna değil takvasına bakılır.
— Ama İmam Efendi, dedi Aziz Bey, bu adamın babası bile belli değil. Nasıl güvenelim?
— Babası belli olmak suç mu? dedi İmam Efendi. Allah Teala kullarını babalarıyla mı yargılar? Hayır. Amellerine bakar. Kemal dürüst bir gençtir. Çalışır. Kimseye zarar vermez. Siz ona neden kötü davranıyorsunuz?
Kimse cevap veremedi. İmam Efendi Kemal’e döndü.
— Gel oğlum, dedi. Seninle konuşmak istiyorum.
İkisi birlikte camiye doğru yürüdüler. Arkadan fısıltılar devam ediyordu. Caminin avlusunda bir çınarın altında oturdular. İmam Efendi Kemal’in elini tuttu.
— Oğlum, dedi şefkatle. Biliyorum zor günler geçiriyorsun. İnsanlar sana haksızlık ediyor ama sen dayanmalısın. Sabırlı olmalısın.
— İmam Efendi, dedi Kemal sesi titrekti. Artık dayanamıyorum. Her gün aşağılanıyorum. Hiçbir suçum yok. Sadece annem başka yerden geldi diye, babam bilinmiyor diye bana düşman kesiliyorlar.
— Biliyorum evladım, dedi imam efendi. Ama unutma bu dünya imtihan yeri, sabır güzel. Allah sabredenleri sever.
— Ne yapayım? diye sordu Kemal. Köyde kalamam artık. Belki dağlara gitsem…
— Dağlar soğuk ve tehlikelidir, dedi İmam Efendi. Ama senin kalbin huzur arıyor. Birkaç gün git, dinlen, avlan, toparlan. Sonra geri gel. Ben buradayım. Seni koruyacağım.
Kemal İmam Efendi’in elini öptü.
— Teşekkür ederim. Sizden başka kimse yok.
— Benim Allah var evladım, dedi İmam Efendi. Hiç unutma. İnsanlar seni yalnız bırakabilir ama Allah asla bırakmaz.
O akşam Kemal hazırlık yaptı. Bir çantaya ekmek koydu, peynir koydu, zeytin koydu, su tulumunu doldurdu. Bıçağını aldı, ipini aldı, battaniyesini aldı. Sabah erkenden yola çıktı, köyden uzaklaştı. Yeşil dağlara doğru tırmandı. Çam ağaçları arasından geçti. Dere sesleri dinledi. Kuş sesleri dinledi. Burada kimse onu yargılamıyordu. Kimse ona kötü bakmıyordu. Sadece doğa vardı. Sadece Allah’ın yaratışı vardı. Huzur buldu.
Üç gün geçti. Dağların yükseklerinde eski bir çoban kulübesi buldu. Orada kaldı. Her sabah namaz kıldı, dua etti. Ava çıktı. Tavşan yakaladı, pişirdi, yedi.
Dördüncü gün sabahı namazını kılarken tuhaf bir ses duydu. Bir kadın sesiydi. İnleme gibiydi. Çok uzaklardaydı. Namazını bitirdi. Sesin geldiği yöne doğru koştu. Kayalıkların arasından geçti. Sıkı bir patika izledi. Sonra gördü. Genç bir kadın yerde oturuyordu. Bir ağaca yaslanmıştı. Yüzü solgundu. Elbisesi yırtılmıştı. Saçı dağınıktı. Başörtüsü yarı açılmıştı. Ayağı garip bir açıdaydı. Şişmişti, burkulmuştu.
Kadın onu görünce korktu. Geri çekilmeye çalıştı ama hareket edemedi. Acıdan inledi.
— Korkma, dedi Kemal. Hemen ellerini havaya kaldırdı. Sana zarar vermeyeceğim. Yardım etmek istiyorum.
Kadın ona baktı. Gözlerinde korku vardı ama çaresizlik de vardı.
— Sen kimsin? diye sordu zayıf bir sesle.
— Adım Kemal, dedi. Karaçam köyünden geliyorum. Sen kimsin? Ne oldu sana?
— Benim adım Elif, dedi kadın. Ahmet Ağa’nın kızıyım. Yeşilırmak köyünden. Dün ailemle dağ yürüyüşüne çıkmıştık. Yoldan ayrıldım. Bir şey toplamak için. Sonra yolumu kaybettim. Düştüm. Ayağım burkuldu, yardım çağırdım ama kimse duymadı.
Ahmet Ağa’nın adını duyunca Kemal şaşırdı. O bölgenin en güçlü lideriydi. Geniş toprakları vardı. Yüzlerce adamı vardı. Kızı burada kayıp. Eğer ölürse büyük felaket olur.
— Aileniz sizi arıyor olmalı, dedi. Ama önce ayağına bakmam gerek.
Dikkatlice yaklaştı. Elif gerildi ama kaçamıyordu. Kemal ayağı muayene etti. Nazikçe dokundu.
— Kırık değil, dedi. Ama çok kötü burkulmuş. Yürüyemezsin. Taşımam gerekecek.
— Ama, dedi Elif tereddütle, seni tanımıyorum.
— Başka seçenek yok, dedi Kemal. Gözlerinin içine baktı. Söz veriyorum. Seni koruyacağım. Allah’a ve anneme yemin ederim.
Elif onun gözlerinde dürüstlük gördü. Başını salladı. Kemal Elif’i dikkatle sırtına aldı. Hafifti ama yaralıydı. Yavaşça kulübeye doğru yürüdü. Elif sessizce ona tutundu. Bu yabancı adam onu kurtarıyordu.
Kulübeye vardıklarında Elif’i yavaşça yere indirdi. Battaniyesini serdi, üzerine yatırdı.
— Biraz su iç, dedi. Su tulumunu uzattı. Elif içti, susamıştı. Sonra Kemal ayağını sardı. Bezlerle sıkıca bağladı.
— Acıyor mu? diye sordu.
— Evet, dedi Elif. Ama dayanılabilir.
Kemal ateş yaktı. Ekmek ve peynir çıkardı.
— Yemek ister misin?
— Evet, lütfen, dedi Elif. Açtı. Birlikte yediler. İlk başta sessizlik vardı ama sonra konuşmaya başladılar.
— Kemal, dedi Elif, neden dağlardasın? Ailen yok mu?
Kemal yüzü karardı.
— Ailem yok. Annem öldü. Babam bilinmiyor. Köyde yalnızım.
— Üzgünüm, dedi Elif içtenlikle. Yalnız olmak zor olmalı.
— Alıştım, dedi Kemal. İnsanlar beni sevmez. Farklı olduğum için. Annem başka şehirden gelmiş. Köyde bunu affetmiyorlar.
Elif dikkatle dinledi. Gözlerinde merhamet vardı.
— Bu çok haksız, dedi. İnsan nerede doğduğuyla yargılanmamalı. Karakteri önemlidir.
Kemal şaşırmıştı. Hayatında ilk kez birisi onu anlamıştı.
— Sen çok farklısın, dedi. Diğer insanlar gibi değilsin.
— Babam bana öğretti, dedi Elif. Herkes Allah’ın kuludur. Hepimiz eşitiz. Zenginlik, fakirlik, köken önemli değil.
Saatlerce konuştular. Elif babasından bahsetti, köyünden bahsetti, okumayı sevdiğinden bahsetti. Kemal hayallerinden bahsetti. Bir gün kabul görmekten, bir aile kurmaktan.
Gece oldu. Ateş yanıyordu. Elif yorgunluktan uyuya kaldı. Kemal onu izledi. Bu kadın farklıydı. Kalbi temizdi. İlk kez değerli hissediyordu.
Sabah oldu. Kemal Elif’i uyandırdı.
— Seni ailene götürmeliyim, dedi. Endişeleniyorlardır.
Elif’i tekrar sırtına aldı. Dağdan aşağı inmeye başladı. Yavaş ama kararlıydı. Öğleye doğru vadiye vardılar. Uzaktan sesler geliyordu. Çok sayıda adam vardı. Bağırıyorlardı. Elif’in adını çağırıyorlardı.
— Buradayım! diye seslendi Elif.
Adamlar döndü. Koşarak geldiler. Önlerinde orta yaşlı bir adam vardı. Gri sakallıydı, geniş omuzlarıydı, ciddi bir yüzü vardı. Ahmet ağaydı.
— Elif! diye bağırdı. Kızına koştu. Allah’a şükür sağsın.
Sonra Kemal’e baktı. Gözleri daraldı.
— Sen kimsin? Kızıma ne yaptın?
— Babacığım, dedi Elif hemen. Bu adam hayatımı kurtardı. Dağda kayboldum. Ayağım burkuldu. Ölecektim. Beni buldu, korudu, tedavi etti.
Ahmet ağa dikkatle Kemal’i inceledi. Kıyafetleri fakirdi ama duruşu onurluydu.
— Adın ne senin?
— Kemal. Karaçam köyünden.
— Kızımı kurtardın, dedi Ahmet ağa. Sesi yumuşadı. Bu büyük bir iyilik. Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum.
— Gerek yok, dedi Kemal. Doğru olanı yaptım. Başka biri de yapardı.
— Hayır, dedi Ahmet ağa. Başını salladı. Herkes yapmazdı. Sen özel birisin. Bunu unutmayacağım.
Elif Kemal’e son kez baktı. Gözlerinde teşekkür vardı. Ama başka bir şey daha vardı. İlgi miydi? Adamlar Elif’i götürdü. Kemal orada tek başına kaldı. İçi garip bir hisle doluydu. Bir şey değişmişti. Bilmiyordu ki bu karşılaşma hayatını sonsuza kadar değiştirecekti. Rüzgar yaprakları savurdu. Güneş yükseliyordu. Yeni bir bölüm başlamıştı.