Her gece elinde eski bir çiçek buketiyle istasyonda bekler, savaştan döneceğine söz veren kocasını beklerdi. Günün son treninden henüz kimse inmemişti.

Her gece elinde eski bir çiçek buketiyle istasyonda bekler, savaştan döneceğine söz veren kocasını beklerdi. Günün son treninden henüz kimse inmemişti.

Her gece, elinde solmuş bir çiçek demetiyle istasyonda bekliyordu. Savaştan döneceğine söz veren kocasını bekliyordu. Günün son treninden hâlâ kimse inmemişti.

Bandırma istasyonu neredeyse tamamen boştu, Elif yine o eski tahta bankına oturdu. Gece yarısıydı. Peronun üzerindeki titrek bir ışık arada bir yanıp sönüyordu; uzaklarda rayların üzerinden geçen bir trenin uğultusu, gecenin sessizliğini yırtıyordu. Gri eldivenlerine sarılı ellerinde solmuş bir çiçek demeti vardı. Mavi bir kurdeleyle dikkatlice bağlanmıştı. Renklerini kaybetmişlerdi ama hâlâ bir dönüş vaadini taşıyorlardı.

Üç yıldan fazladır, Elif her gece orada oturuyordu. Kocasını bekliyordu — Kemal’i. Onlar evlendikten kısa süre sonra Kemal, Kıbrıs Savaşı’na gitmek için orduya yazılmıştı. Görev duygusuyla, yeni doğan kızları Zeynep için daha adil bir dünya kurma umuduyla gitmişti. Altı ay içinde döneceğine söz vermişti. Ama altı ay bir yıla, bir yıl ikiye, iki yıl üçe uzadı. Onun hayatında geçen mevsimlerden çok, trenlerin geliş gidişleri geçti. Yine de Elif, her gece, aynı demetle ve aynı umutla istasyona geri dönüyordu.

O gece de diğer geceler gibiydi. Ay kalın bulutların ardından zar zor görünüyordu. İstasyon demir soğuğu ve yaşlanmış hatıraların kokusunu taşıyordu. Tren yaklaşırken Elif ıslığı duydu, kalbi hızlandı — her defasında aynı heyecanla. Ayağa kalktı, demeti daha sıkı tuttu ve Kemal’in vedalaşırken fısıldadığı sözleri aklından geçirdi: “Bekle beni. Ne kadar sürerse sürsün, döneceğim — kızımız için, senin için.”

Tren durdu. Kapılar gıcırtıyla açıldı. Yolcular dumanın arasından çıkıp perondan uzaklaştı. Elif palto yakasını tutup gözyaşlarını bastırdı. Kemal’i göremedi. Ne o vagondaydı ne de diğerlerinde. Tren sisler içinde uzaklaşırken, geride daha derin bir sessizlik bıraktı. Elif derin bir nefes aldı, mavi kurdeleyi düzeltti ve bankına geri döndü.

Yıllar boyunca bazı günler askerî yetkililer geldi. Kimisi Kemal’in şehit olduğunu, kimisi kaybolduğunu, kimisi de esir düştüğünü söyledi. Ama hiçbir bilgi kesin değildi. Elif kararını vermişti: istasyondan ayrılmayacaktı. Komşuları, “Neden hâlâ bekliyorsun, artık umut kalmadı,” dediklerinde o tek bir cümleyle cevap veriyordu: “Çünkü o bana söz verdi.”

Kızı Zeynep büyümüştü. Küçükken annesiyle bankta oturur, birlikte beklerlerdi. Şimdi on yedi yaşındaydı; gençliğin eşiğinde, dünyayı sorguluyor, hiç tanımadığı babasını merak ediyordu. Elif, Kemal’in onu küçükken sahilde kumdan kaleler yaparken kucağında salladığını, yıldız sayarken onu uyuttuğunu anlatırdı. Zeynep, hem hüzün hem de gururla dinlerdi annesini — o solmuş çiçek demetini sadakatin simgesi gibi taşıyan kadını.

Bir gece Zeynep de annesiyle istasyona gitti. Hava soğuktu. Rüzgâr peronun ötesindeki ağaç dallarını sallıyordu. Zeynep, şehirde okuyan sevgilisinin mavi paltosunu giymişti ve buzlu taşların üstünde sendeleyerek yürüyordu. İstasyona vardığında annesini yine aynı yerde, aynı duruşla buldu. “Neden hâlâ geliyorsun anne?” diye sordu. Elif hemen cevap vermedi. Raylara baktı, yaklaşan trenin ışığını aradı, parmaklarıyla demeti kavradı. Sonunda başını kaldırdı ve dedi ki: “Çünkü her gece, son trenin onu getireceğine inanıyorum.”

Zeynep derin bir nefes aldı. “Ya hiç gelmezse?” dedi titreyen bir sesle. Elif onu kucakladı. “O zaman bu banka ve bu çiçek demeti, sevgimizin ve bekleyişimizin tanığı olur. Ama bir gün, bir gün o trenden indiğini göreceğim. Ve o zaman her şey dönecek: evimiz, senin gülüşün, onun kolları…” Zeynep başını eğdi, annesinin yalnız geçirdiği yılları düşündü. O an anladı ki annesinin bekleyişi sadece bir umutsuzluk değil, inancın bir biçimiydi: aşkın, verilen sözün, görünmeyenin ama hissedilenin inancıydı.

O gece, tren yaklaşırken Elif kendi yansımasını camda gördü. Yaşlı, yorgun ama hâlâ dimdikti. O ilk akşamı hatırladı: demeti akşamüstü almıştı, sarılıp vedalaşmışlardı, Kemal sözünü vermişti. Aynı demetti, solmuş olsa da, yıllarca sakladığı. Hiç değiştirmemişti. Daha taze çiçekler açsa da, istasyon boşalsa da, ışıklar sönse de o kalmıştı.

Tren yeniden geldi. Elif kalktı, vagona baktı. Eskisi kadar genç olmayan gözleriyle aradı. Kondüktör merdiveni indirdi, yolcular indi. Hiçbiri o paltoyu giymemişti. Hiçbiri onun adını sormadı. Elif, bankın arkasına elini koydu, demeti dizine bıraktı, derin bir nefes aldı. Tren uzaklaştı. Motorun dumanı ve rüzgâr kaldı geriye.

İstasyon yeniden sessizliğe gömüldü. Elif demeti aldı, ayağa kalktı ve çıkışa doğru yürüdü. Gece lambaları, gri paltosuna sarılmış ince siluetini aydınlatıyordu. Arkasına bakmadı. Kemal’in sesi kulaklarında yankılandı. Her gece, dönüşe bir adım daha yaklaştığına inandı.

Ertesi sabah, küçük şehir kendi rutinine döndü. Fırın açıldı, istasyonun yanındaki kahvede geç kalan yolculara kahve verildi, işçiler ilk trenle işe gitti. Ama Elif orada değildi. Yalnızca eve dönerken ardında bıraktığı gölgesi vardı. Zeynep de yanındaydı. Aralarındaki sessizlik yoğundu ama huzurluydu. Artık sözsüz konuşabiliyorlardı: bekleyiş, onların hikâyesinin bir parçasıydı.

Aylar geçti. Trenler geldi, trenler gitti. Yazlar ısındı, kışlar soğudu, yapraklar döküldü. Ama her gece, bir kadın hâlâ bekliyordu. Ve her gece, elinde o demet vardı.

Bir gün Zeynep, annesinin masasındaki demeti fark etti. Naylonla sarılmış, nemden korunmuştu. “Anne, bu çiçekleri bahçeye dikelim,” dedi. “Belki yeniden açarlar.” Elif uzun süre baktı ona. Sonra başını salladı. O gece istasyona gitmek yerine, evin arkasındaki bahçeye çıktılar. Toprağı kazdılar, demeti gömdüler. Çünkü eğer Kemal dönmeyecekse bile, o bekleyişten bir yaşam doğmalıydı.

Anne ve kız, alacakaranlıkta çalıştı. Solmuş çiçekleri dikkatle gömdüler. Mavi kurdeleyi küçük çukurun yanına bıraktılar. Elif, “Artık sadece bekleyişin değil, yaşamın sembolü olacak,” dedi. Zeynep o zaman anladı: beklemek, hayatı durdurmak değil; umudu yaşatmak, ama yaşamaktan vazgeçmemekti.

O gece, son tren istasyondan geçerken Elif artık orada değildi. Ama zihninde tren başka bir anlama büründü: umut, inanç, zaman. Ve ilk kez, peronda olmadan, huzurlu bir sevinç hissetti. Çünkü yaşam, o anın ötesine taşmıştı.

Günler geçti. Bahçede, gömülü çiçeklerin yerinden yeşil filizler çıktı. Kökler toprağın altında çalıştı, güneş yeni yaprakları ısıttı. Elif ve Zeynep her sabah onları suladı. Her seferinde, dönmeyen ama varlığını hissettiren o adamı hatırladılar. Onu trenden inerken göremediler ama onun sevgisinin hâlâ yaşadığına inandılar.

Bir gece, beklenmedik bir şey oldu. Elif’e bir telefon geldi. Arayan, Kemal’in eski bir silah arkadaşıydı, artık Edremit’te yaşıyordu. Titrek bir sesle konuştu: Kemal’in kayıp sayıldığını ama bir mektup bıraktığını söyledi. Elif elleri titreyerek mektubu aldı. Yazı Kemal’indendi:
“Sevgilim, Elif’im, Zeynep’im: Eğer bu satırları okuyorsan, söz verdiğim trene dönemediğimdendir. Görev beni tuttu; bedenim başka bir zamana kaldı, ama kalbim hep sana döndü. Bu satırları, unutmadığını bilmen için bırakıyorum. Hayalini kurduğumuz hayatı yaşayın. Bahçemizi koruyun. Umudu kucaklayın. Başka bir biçimde döneceğim — her güneş ışığında, her açan çiçekte. Bütün varlığımla, Kemal.”

Elif’in yüzünden yaşlar süzüldü. Bu, beklediği fiziksel dönüş değildi ama çok daha derin bir şeydi: sözün varlığının kanıtıydı, aşkın zamanı ve unutmayı yendiğinin işaretiydi. Zeynep annesinin yanına diz çöktü, birlikte mektubu okudular. Elif mektubu göğsüne bastı, Zeynep onu kucakladı.

Mektup, yıllarca bekledikleri sarılmanın yerini tutmuyordu ama hikâyeyi onurlu bir şekilde tamamlıyordu. Çiçek demeti, istasyon geceleri, uzun yıllar süren nöbet artık onların sadakat öyküsünün bir parçasıydı. Elif yavaşça gülümsedi. “O döndü,” dedi alçak sesle. “Başka bir şekilde, ama döndü.”

Ertesi sabah Elif ve Zeynep bahçeye çıktılar. Çiçekler mor bir renkle açmıştı. Sabah rüzgârı onları okşuyordu. Elif gökyüzüne baktı. “Teşekkür ederim,” diye fısıldadı. Zeynep onu sıkıca sarıldı. Uzun süre öylece kaldılar. Sonra yürüdüler; artık istasyonu, o geceleri geride bırakmışlardı. Belki o eski bank hâlâ oradaydı, başka bekleyişleri ağırlıyordu. Ama onlar, kendi hayatlarına dönmeye karar vermişti. Çünkü gerçek aşk, her zaman bir trenle dönmek zorunda değildi. Sadakat, semboller ve hafıza da yeterdi.

Ve böylece, Elif artık peronda olmasa da, tren geçerken rüzgâr estiğinde, istasyon onun yokluğunu kaydediyordu. Ama bahçede açan çiçeklerde, anneyle kızın kalbinde, o söz yaşam bulmuştu. Elif, Zeynep’e sarıldı ve dedi ki: “Bir gün akşam treni gördüğünde, benim bekleyişimi hatırla. Ama özgürlüğümü de. İnancımı. Ve bahçemizi.”

Elif’in hikâyesi, solmuş çiçekleri, savaştan döneceğine söz veren adamı bekleyişi, Bandırma’nın yerel bir efsanesi oldu. İstasyonun yanındaki kahvede, insanlar “mavi kurdeleli kadın”dan bahsediyordu. Çocuklar yabani çiçekler toplarken onu hatırlıyordu. Elif artık son trenin kendisini şaşırtmasını beklemiyordu, ama her günü aşkın buyruğuna uyarak yaşıyordu: sonuna kadar beklemek, ama umudu da ekmek.

Gece sessizliğinde, son tren gittikten, ışıklar söndükten sonra istasyon boş kalıyordu. Ama anlamından değil. Her köşede beklemiş birinin varlığı hissediliyordu. Ve o varlıkta, solmuş çiçekler sözcüklerden fazlasını anlatıyordu. Her sabah, Elif ve Zeynep o bahçeyi suladı, fiziksel bir dönüşe bağlı olmayan bir sözü yaşattılar. Beklemek bir sevme eylemine, sevmek ise yaşama eylemine dönüşmüştü.

Ve tren hiç zamanında gelmemiş olsa da, o kapıdan inen o paltoyu hiç görememiş olsa da, Elif asla vazgeçmedi. Çünkü kalbinde anladı ki bekleyiş, hayatın önünde bir engel değil, hayatın kendisiydi. Böylece, gece arka arkaya, bankında demetiyle, ayın tanıklığında Elif, rayları, zamanı ve unutmayı aşan bir sadakat mirası inşa etti.

Sonunda demeti gömüp yeni çiçekler diktiğinde, aşkın yenilendiğine inanıyordu. Ve o yenilenmede özgürlüğü buldu. Yokluğa rağmen hayatının çiçek açabileceğini anladı. Ve işte, bu en hakiki zaferdi.

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News