MİLYONER TERCÜMANSIZ PANİKLEDİ, TEMİZLİKÇİ TEKLİF ETTİ VE İNANILMAZ BİR ŞEY YAPTI
.
.
Bir cuma sabahı, İzmir’in modern iş merkezlerinden birinin dördüncü katındaki Kavasoğlu Holding’in cam kapıları ardına kadar açıldığında, koridorlardaki aydınlatma daha canlı, beyaz duvarlar daha parlak görünüyordu. Ama ofislerin ardında gizlenen gergin hava, hiçbir aydınlatma sisteminin söndüremeyeceği türdendi. 52 yaşındaki CEO Ekrem Kavasoğlu, masasında durmadan bir köşeden diğerine yürüyordu; halının kadife dokusu ayak seslerini bastırıyor, ama içindeki çarpıntıyı bastıramıyordu. Siyah ceketi omuzlarına ağır bir yük gibi oturmuş, gömleğinin yakası hafifçe terliydi. Üç gün sonra gerçekleşecek 50 milyon liralık yatırım toplantısı, Ekrem’in on beş yıldır kurduğu imparatorluğun en kritik perdesi olacaktı.
Fakat gecenin bir vakti aldığı haber dünyayı altüst etmişti: Şehrin en deneyimli Fransızca tercümanı Cemal Çetin, ağır bir trafik kazası geçirmiş ve hastaneye kaldırılmıştı. Kavasoğlu Holding’in Bomonet-Asosyer Grubu ile kuracağı ortaklık, protokol gereği Fransız yatırımcılarla kendi dillerinde, arada asla hata çıkmayacak bir biçimde yapılacaktı. İngilizce ya da çeviri uygulamaları asla yeterli sayılmazdı. Protokolü bozar, karşı tarafı küçümser görünürdünüz. Oysa işin ertesi günü saat 10.00’da salonun kapıları açılacak, karşısına soğuk, mesafeli Bomon’lar kurulacak, ve o odayı kazanmak zorundaydı.
Sabah 09.30’da toplantı salonunun kapısı açıldığında, Ekrem hâlâ alternatif çeviri yolları arıyordu. Sekreter Deniz bozulmuş bir telaşla koridora koşuyor, “Efendim, tüm profesyonel tercümanlar meşgul ya da son dakikada yetişemeyeceklerini söylediler!” diyordu. Mali Müdür Erol’un “Acaba İngilizce sunum yapabilir miyiz?” sorusu, Ekrem’in sabrını taşırdı. “Hayır!” diye kükredi; “Bilişim sektöründe bile, üst düzey Fransız grupları kendi dilindendir. Aksi takdirde baştan kaybederiz.”
O sırada, gene cam kapıya yanaşan çirkin kara Mercedes’ten üç Fransız konuğun inip lobiye doğru süzülüşünü gördü. Bunlar işi bitirmiş adamlar; biri yaşlı beyaz saçlı Rene Bomon, diğeri enerjik oğlu Philippe, üçüncüsü siyah takım elbiseli bir danışmandı. Saat 09.50. Beş dakikası vardı. Hiçbir tercüman yoktu.

İçeride kahve makinelerinin tıkırtısı, ofisin koridorunda dolaşan temizlik arabasının hafif gıcırtısına karıştı. Mavi üniformalı bir kadın, ellerinde leke bırakmayan bir bezi sıkarken köşeden içeriye bakıyordu. Kimse onu tam olarak fark etmemişti. Ama o, Sema Demirağ, 43 yaşındaydı ve bu binada iki yıldır “görünmez” olmasıyla meşguldü. Günde sekiz saat boyunca halıları siler, pencereleri siler, küçük çöp kutularını boşaltır, ama hep arka planda kalırdı. Kimse onun dev şirketlerde geçmişte yöneticilik pozisyonunda bulunduğunu, Paris’te yaşadığını, bir dönem Michelin’ın Latin Amerika operasyon direktörü olduğunu bilmezdi. Uzun zaman önce yaşadığı skandalın yaralarını iyileştirmeye çalışırken, geçmişini herkesin bilmeyeceği bir mezara gömmüştü.
Ama o sabah, Ekrem’in çığlığı koridorda yankılandığında, kafasındaki kaos dalgalarıyla birlikte bir şey uyandı: “Bu şirket iki yıldır benim ellerimle temizleniyor,” dedi içinden. “Kimsenin umursamadığı, fark etmediği bir kadının elinden geçiyor. Hâlâ taşan acıyı sakladığım gibi o kritik saniyede de sessiz kalır mıyım?”
Ayakları istemsizce koridora yayıldı. Kalbi Sema odasına girdiğinde aklına “Gölgede kal” diye fısıldayan sesin aksine, o kapıyı vurdu: “İzin verirseniz…” Odanın kravatlı yöneticileri şaşkınlıkla baktı. “Şu an temizlik yapmaya uygun zaman değil,” dedi Deniz. Sema titreyen dudaklarını kapatarak derin bir nefes aldı: “Özür dilerim, rahatsız ettiğim için. Ancak Fransızca konuşuyorum.”
Koridordaki sessizlik, bir uçağın kalkış öncesi motorlarının frenlerinin çözülmesini andırıyordu. Deniz, “Nasıl olur?” dedi. Sema yavaşça, “Paris’te dört yıl yaşadım. Üniversitede Fransa Hükümeti bursluydum. 12 yıldır akıcı konuşurum,” diyordu.
Ofisteki herkes ne olacağını anlamaya çalışırken, tam o anda toplantı salonundan bir sekreter çıkıp “Fransız heyet geldi!” diye ilân etti. Şık Fransızlar, koridorda, asansörlerden çıkıp önlerinde masalar kurulacak odaya doğru ilerliyorlardı.
Ekrem iç çekerek Sema’ya döndü: “Gerçekten yapabilir misin?” Sema başını salladı. “Yapabilirim.”
Ardından bir silkinme oldu: Deniz, yardım görevlisi gibi Sema’yı hızlıca bir büroya götürdü; eline taze sıkılmış kravat, gömlek ferahlığı misali lacivert bir blazer ve beyaz bluz tutuşturdu. “Sadece beş dakikan var,” dedi. Sema üniformasını çıkardı, kurukafa gibi titreyen elleriyle profesyonel kıyafetleri giydi. Temizlik fırçası yerine, elinde hazırladığı not paketleriyle koridordan geçerek salon kapısına geldi.
Saat tam 09.58. İçeri girdiğinde duvardaki büyük masanın etrafında üç Fransız ayakta bekliyordu. Salonun beyaz sütunları, cam masanın yüzeyine yansıyor, bu gergin seremoniyi soğukça aydınlatıyordu.
Sema’nın adını duyan Rene Bomon, kaşlarını kaldırdı. Philippe saate bakmayı bırakıp biraz yaklaşırken, danışman not defterini cebinden çıkarıp hazırlanmaya başladı. Sema Fransız aksanıyla kibarca, “Bonjour, Messieurs. Je suis Sema Demira, interprète et conseillère principale. Merci de m’accueillir,” dedi.
Rene başını eğdi. “Madame Demira, français impeccable…” diyebildikten sonra duraksadı. Sema sadece kelimeleri çevirmiyor, her cümlede Fransız protokolü gereği zarif bir nezaket de sergiliyordu: “Monsieur Kavasoğlu sunumuna İngilizce başladı, ancak…” cümlesinin her iki dilde eş güdümlü akarcasına dönüştüğünü görünce, Fransız heyet masaya oturdu.
Ekrem’in ekranında ilk slayt belirdiğinde Sema her cümlede duraklıyor, kelime kelime tercüme etmek yerine, hem dili hem de kültürü aktarıyordu. “Geçen yıl yüzde yirmi büyüme sağladık,” dedi Ekrem. Sema Fransızca, “Notre groupe a enregistré une croissance de vingt pour cent,” derken aynı anda pazar bağlamı ve rakip verilerini ekleyerek aslında cümlenin ardındaki anlamı da büyütüyordu: “This growth outpaces similar French-Turkish ventures by five points.”
Masadaki Fransızlar göz kırpıyor, birbirlerine hayranlıkla bakıyordu. Philippe not alıyor, Rene ara sıra “Très impressionnant, Madame…” diyordu.
Aradan bir saat geçtikten sonra, gözden kaçan bir teknik detay ortaya çıktı: Vergi yapılandırmasında, yatırımın beşinci yılın sonuna bağlanan hisse payı kaybı tuzağı… Masada kısa süreli bir çatırdama oldu. Philippe’in yüzü soldu. Sema cümleyi duyar duymaz araya girdi: “Monsieur Bomon, bu maddenin iki taraflı ortaklık dengesine zarar verebileceğini tespit ettim.” Ardından Fransızca, sonra Türkçe… Rene kaşlarını çattı, ardından başını salladı: “Effectivement…”
Toplantı sonunda anlaşma imzalandı. Sadece şirketin on yıl içinde en büyük ihalesini değil, toplamda 80 milyon liralık genişletilmiş bir kapsamı da müzakere ederek corporate history’e geçecek bir başarıya imza atıldı.
Fransız heyet ayrılırken Rene, Sema’yı masadan kaldırıp eşit sandalyesine buyur etti: “Madame Demira, sizinle bundan sonra iş birliği yapmak isteriz.” Masadan yumruğunu çağdaş bir nezaketle yumruklayan Ekrem’in yüzünde kurgulamaya cesaret edilemeyecek bir gurur vardı.
Toplantı odası boşaldıktan sonra Deniz, Erol ve Feride koşarak içeri daldı. Hepsi büyülenmişçesine, “Nasıl oldu bu?” diye soruyordu. Ekrem bir yandan kaburgalarından gelen gülümsemeyi saklayamıyor, öte yandan hâlâ yerinden doğrulamıyordu: “ Sağımda iki yıldır kimsenin umursamadığı bir temizlikçi varmış. Başarıya giden kapı, en beklenmedik köşeden açıldı.”
Ertesi gün, Sema’yı büyük bir sürpriz bekliyordu. Ekrem’in ofisinden çıkarken, kapıdan içeri bir zarfa konmuş tebrik sertifikası konuldu: “Kavasoğlu Holding Uluslararası İlişkiler Direktörü Sema Demirağ’a”— üstünde altın baskı harflerle. Ofis panosunda, daha önce “Temizlik Ekibi” listesinin altında adı, şimdi “Yönetim Kurulu Danışmanı” olarak yerini almıştı.
Birkaç ay sonra, Kavasoğlu Holding’in resmi kuruluş töreninde, şirketin uluslararası açılımını temsil eden büyük bir pankartın altında bir bayan mikrofonu devraldı: “Bir kuruluşun gerçek gücü, sadece sermayesinde değil, etrafında taşıdığı insanlarda gizlidir. Bugün, burada, iki yıl önce kimsenin fark etmediği bir temizlikçi kadının katkısıyla imza attığımız anlaşma, bize öğretti ki her insanın içinde keşfedilmeyi bekleyen bir hazine vardır.” Sema’nın sesi kararlı ve içtendi. Davetliler alkışlıyordu.
O gün, binlerce çalışanına bir müjde verdi: “Hepinizin gizli yeteneklere sahip olduğunuzu biliyoruz. Bundan sonra her departmanda bir ‘gizli yetenek değerlendirme’ programı başlatıyoruz.”
Ve köşe bucak dolaştığı o uzun koridorlarda, Sema’nın adını artık herkes biliyordu. Fark edenler, demek ki uzun süre görmezden geldikleri kişinin ne kadar değerli bir köprü olabileceğini hatırlamıştı. Patronun gözlerindeki çaresizlik, onun kararlılığıyla dönüşmüş, küçük temizlik arabası, büyük başarıların simgesi olmuştu. Ekrem’in binasının duvarları, mermer merdivenleri ve cam koridorları, bir zamanlar görünmez kıldığı o kadının gücüyle yeniden şekillenmişti.
O günden sonra, her sabah mavi üniformasını astığı askıda, lacivert blazer’ı asılı durdu. Temizlik arabası sessizce dinlendi, çünkü Sema artık o arabadan çok daha yüksekteydi. Onun hikâyesi, görünmezden görünür olma yolculuğunu anlatan bir efsaneye dönüştü. Ve İzmir’in kıyısındaki cam kuleler arasında, insanın gerçek değeri ne kendi unvanında ne de geçmişindeki hatalarda değil, yardım eli uzatmaya cesaret ettiğinde açığa çıkan yıldızlarında saklıydı.