Hastanede Evlenme Teklifi Etti — Sadece Üç Ayı Kaldığını Saklarken
La tarde olía a desinfectante y esperanza. El pasillo del hospital se extendía como un túnel sin promesas, iluminado por una luz blanca que hacía parecer que todo estaba suspendido entre la vida y la despedida.
O saatlerde, Mehmet yavaşça yürüyordu, ucuz zambak dalı tutuyor ve bir peçeteye sarılı gümüş bir yüzük taşıyordu. Kimse iki kere bakmazdı: o hastanenin bahçelerini temizleyen mütevazi gençti, sabahları kafede kahve servisi yapan. Ama o gece, bütün dünyası —ya da en azından onunki— değişmek üzereydi.
O, hastane sahibinin kızına evlenme teklif edecekti.
Evet, Zeynep Yılmaz’a — herkesin erişilemez sandığı genç kadın. Lüks arabasından inmişti haftalar önce, su kovasına takılan Mehmet’i görünce kaşlarını çatarak. Ve zamanla, o “hiç kimsesiz” genç adamın bir gülümsemesinin herhangi bir ilaçtan daha iyi şifalandırdığını fark etmişti.
—Bu kadar geç ne yapıyorsun burada, Mehmet? —dedi Zeynep, odasına gireni görünce.
—Bir söz vermeye geldim —yanıtladı o, demir masanın üzerine çiçek demetini bırakarak.
—Söz mü?
—Evet. Sen tekrar güldüğünde… sana imkânsız bir şey isteyeceğim.
Zeynep şaşkın baktı, monitörün kalp atışlarını sanki kendi kalbiyle uyumlu hâlde çaldığını izlerken.
O anda, Mehmet dizlerinin üzerine çöktü. Küçük kutuyu çıkardı — gümüş yüzükle — ve titreyen bir sesle dedi:
—Zeynep Yılmaz… Benimle evlenir misin?
Zeynep ağzını kapattı, inanamaz haldeydi. Yüzünde karışmıştı sevinç, korku ve daha derin bir şey: onu sevdiğine dair kesinlik. Ama yanıt vermeden önce, kapı şiddetle açıldı.
Doktor Yılmaz — babası — iki hastane güvenlik görevlisiyle birlikte girdi.
—Ne lânet olsun burada oluyor? —kükredi.
—Baba… —fısıldadı Zeynep.
—Sen dışarı! Hemen! —bağırdı gence. —Kirli ellerinle buraya gelip kızımla evlilikten konuştuğunu sanıyorsun?
Mehmet ayağa kalktı. Aşağılanmayı göze almıştı. Çok şeyi göze almıştı. Ama son fırsatını kaptırmayacaktı.
—Ben gerçek anlamda onu seven biriyim —yanıtladı.
—Sevgi mi? Hiçbir şeye sahip değilsin! Ne paran var, ne geleceğin, ne soyadın.
Zeynep araya girmeye çalıştı ama babası devam etti:
—Kızımın yanına bir daha görürsem seni derhal kovdururum.
Mehmet başını eğdi, gözyaşlarını tutuyordu. Başka bir şey demedi. Yavaşça çıktı, asla sahip olmaması gereken en güzel rüyadan uzaklaşır gibi.
O gece, acil servis odasında Mehmet bayıldı. Tanı bir hüküm gibi düştü: ileri evre kanser. En fazla üç ay. Ve ne Zeynep ne de kimse bilmemeli.
Haftalarca sessizce çalışmaya devam etti, her şey yolundaymış gibi davrandı. Her akşam onu uzaktan görüyordu, 304 numaralı odanın penceresinden selam veriyordu, onun gülümsemesinin ayakta durmasını sağlayan tek şey olduğunu bilmeden.
Bir gün, Zeynep bahçelere indi. Basit bir elbise giyiyordu ve ağlamaktan şişmiş gözleriyle baktı.
—Babam ne derse desin, umrumda değil —dedi. —Beni hâlâ seviyorsan, bana gerçeği söyle: neden uzaklaştın?
Mehmet tereddüt etti. Sesi titriyordu.
—Çünkü benim hasta değil, canlı olarak hatırlamanı istiyorum.
Zeynep anlamadı. Ta ki ona verdiği zarfı görene kadar: üzerinde adı, bir tarih ve her şeyi açıklayan bir kelime yazılı bir tıbbi rapor.
“Yürütülemez”.
Zeynep ağlamaya başladı.
—Ve yine de benimle evlenmek istedin?
—Sana sonsuzluk vaat etmenin yoluydu, üç ayım kalmış olsa bile.
O, zamanı durdurabileceğini sanarak onu sımsıkı sarıldı. Ve o anda, babası uzaktan onları gördü. İlk kez, o genci bahçıvan fakiri olarak değil, kızını kendi hayatından daha çok seven adam olarak gördü.
Aylar geçti. Mehmet kötüleşti, ama gülümsemesini hiç kaybetmedi. Zeynep yanından ayrılmadı, ailesine karşı çıktı, lükslerden vazgeçti. Gündüz gece ona baktı, gerçek aşkın doğurduğu şefkatle.
Doktor Yılmaz, onu görünce dayanamadı yaklaşmaya.
—Genç adam… Seninle ilgili yanılmışım.
—Hayır efendim. Sadece korktum —dedi Mehmet zayıf bir sesle—. Kızınız için yeterli olmaktan korktum.
—Sen fazlasıyla yeterli oldun.
Doktor onu kucakladı, ilk kez gurur olmadan, unvan olmadan. Ve Mehmet gözlerini son kez kapadığında, Zeynep gümüş yüzüğü parmağındaydı.
Haftalar sonra, Yılmaz konağına bir mektup geldi. Mehmet’ten. İçinde yalnızca bir cümle vardı; el yazısıyla:
“Beni ağlatma, çünkü aşk gerçekse, asla ölmez.”
Zeynep bu sözleri okudu ve gözyaşları arasında gülümsedi. Ve ilk kez, babası da ağladı —üzüntüden değil, çok geç öğrenmiş olmanın farkındalığıyla; zenginliğin parayla değil, insanlıkla ölçüldüğünü.