Soğukta Titreyen Fakir Kadını Doktor Görünce Dizlerinin Bağı Çözüldü Çünkü…
.
.
Halime ve Burak: Kışın İçindeki Umut
Kış, köyün üzerine sessiz bir beyazlıkla çökmüştü. Rüzgar, sanki acı çekiyormuş gibi uluyor, Halime’nin yıpranmış paltosunun içine işliyordu. Yılların yorgunluğuyla rengini kaybetmiş eski yazma başında titrekçe tutunuyordu. Elinde sadece yarım somun ekmek, iki patates ve birkaç soğan olan fileyi sıkı sıkıya kavramıştı. Soğuk parmaklarıyla dua edercesine, “Allah’ım, bir gün beni de ısıtan bir sabah doğar mı?” diye geçirdi içinden.
Yıllar önce, bu sokaklarda çocuk kahkahaları yankılanırdı. Halime, çıplak ayaklarıyla karın üstünde koşan küçük bir kızdı. Yanında ise Burak vardı; mahallenin en meraklı, en yaramaz çocuğu. Her düşüşünde elini uzatan, her ağlayışında “Ağlama Halime, ben varım,” diyen o çocuk. Ama çocukluk, rüzgar gibi geçip gitmişti. O rüzgar, Burak’ı da başka diyarlara savurmuştu.
Şimdi Halime, aynı sokaklarda yürürken geçmişin gölgeleriyle karşılaşıyor, donmuş dereye, kırılmış söğüt ağacının kütüğüne bakıyordu. O ağacın altında verdiği sözü hiç unutmamıştı: “Büyüyünce seninle evleneceğim.” Ama kader, Halime’yle dalga geçer gibiydi. Hayat onu değil, o sözü unutanı ödüllendirmişti.
Köy meydanına yakın kahvehaneden gelen dedikodular soğuğu daha da derinleştiriyordu. “Yine o gariban kadın geçti, elinde bir şey yok. Kocası öldü, kim bakacak ona?” Halime, duymamış gibi yürüdü. Gururu, yıllardır ayakta tutan tek şeydi. Yoksulluk, yalnızlık, dedikodularla barışmıştı ama içindeki küçük çocuk hâlâ mucize bekliyordu.
Evinin kapısına geldiğinde elleri titriyordu. Kilit paslanmış, açılması zordu. Zorla çevirdi anahtarı, içeri girdiğinde nefesi buhar olup havaya karıştı. Sobada odun yoktu. Eski battaniyeyi omzuna aldı, yere çöktü. O anda gözleri duvarda asılı eski bir fotoğrafa takıldı. Sarı çerçevede, başında kırmızı kurdele olan küçük bir kız ve yanında elinde taş parçasına kazınmış kalp sembolü tutan çocuk. Altında ise el yazısıyla “Burak + Halime = Sonsuza Dek” yazıyordu.
Gözlerinden yaşlar süzüldü. O fotoğrafla yıllardır konuşurdu sanki Burak hâlâ oradaymış gibi. “Neredesin Burak? Beni neden bıraktın? Büyüyünce evleneceğiz demiştin.” Sadece duvar sessizce cevap veriyordu.

Ertesi sabah köyün üzerinde kalın bir sis tabakası vardı. Rüzgar sert, soğuk keskin. Halime sobaya tahta atmak için dışarı çıktı, dengesini kaybedip yere düştü. Filedeki ekmek, soğan karın içine dağıldı. Dizleri tutmayınca karın içinde kaldı, hıçkırıkları karla karıştı. “Allah’ım, dayanacak gücüm kalmadı.”
O sırada uzaklardan bir araç sesi duyuldu. Siyah, pırıl pırıl bir cip, camlarında hastane amblemi vardı. Halime fark etmeden yanına kadar gelmişti. Başında bir çift ayak durdu, ardından titrek ama tanıdık bir ses duyuldu: “Bayan, iyi misiniz? Duyabiliyor musunuz?”
Halime başını kaldırmakta zorlandı. Karın içinden bakan adamın gözleriyle karşılaştı. O gözler, yılların hasretini saklıyordu. Adamın sesi titredi: “Halime, sen misin?” Kadın şaşkınlıkla baktı. Bu ses, bu isim sadece bir kişiye aitti. Gözleri büyüdü, dudakları titredi. Burak’tı. Kar yağışı yavaşladı, rüzgar durdu. Dünya sadece o iki kalp için nefesini tutmuştu.
Burak, Halime’yi kollarına aldı, arka koltuğa taşıdı. Kadının elleri buz gibiydi. Burak, titreyen ellerini avuçlarında ısıttı. O bir doktordu, binlerce hastayı tedavi etmişti ama şimdi karşısında ömrünün yarasını görüyordu. “Sen nereye kayboldun Halime? Neden bu halde yaşıyorsun?”
Halime dudakları morarmış, konuşamadı. Sadece fısıldadı: “Kader beni senden aldı Burak.” Araba köyden ayrılıp şehir merkezine ilerledi. Burak hem onu hastaneye yetiştirmeye çalışıyor, hem gözyaşlarını tutamıyordu.
Zihninde yıllar önceki o gece dönüp duruyordu. O gece köyde yangın çıkmıştı. Halime’nin babası borçları yüzünden her şeyini kaybetmiş, ailesi köyü terk etmişti. Halime’yi de yanında götürmüştü. Burak sabah uyandığında ne evi ne de o kırmızı kurdeleli kızı bulabilmişti. Sadece yerde bir mendil vardı. Üzerinde bir not: “Gitmem gerek ama seni unutmayacağım, Burak. Halime.”
Burak, o notu yıllarca saklamıştı. Tıp fakültesine girip doktor olduktan sonra bile cüzdanında taşıdı. Ameliyata girmeden önce ona bakar, “Senin için iyileştiriyorum insanları,” derdi.
Şimdi ise hastanede Halime’ye müdahale ediliyordu. Hipotermi geçirmişti. Burak sabaha kadar başından ayrılmadı. Hemşireler şaşkındı; sert ve soğukkanlı doktor Burak bu kez bir çocuk gibi üzülüyordu.
Sabah Halime gözlerini araladığında, ellerini dua eder gibi kenetlemiş Burak’ı gördü. Titrek sesle sordu: “Sen hâlâ beni hatırlıyor musun?” Burak gülümsedi, gözlerinden yaşlar süzülürken, “Unutmak mı Halime? Ben seni unutamadığım için evlenemedim. Her kadında seni aradım ama kimsenin bakışı senin gibi içime dokunmadı.”
Halime ağlamamak için kendini zor tuttu. Bu itiraf içindeki buzları eritiyor, ama kalbinde derin bir acı uyandırıyordu. “Benim gidecek bir yerim yok Burak. Evim yok, kimsem yok. Bir zamanlar hayallerimiz vardı ama ben onları karla kapattım.” Burak elini onun elinin üstüne koydu: “O hayallerin üzerindeki karı birlikte eritiriz Halime. Yeter ki gitme bir daha.”
Halime’nin gözlerinde çocukluk anısı belirdi. Söğüt ağacının altında ele verdikleri o günü hatırladı. Burak ona bir taşa kalp çizip uzatmıştı. “O taşı hâlâ saklıyor musun?” diye fısıldadı. Burak cebinden eski, solgun bir taş çıkardı. Üzerinde yarısı silinmiş bir kalp figürü vardı. “Saklamadın mı sandın? Bu benim kalbim artık.”
Halime sessizce ağladı. Burak onun ağlamasına izin verdi; o gözyaşları yılların sessiz çığlığıydı.
O gün öğleden sonra Burak Halime’yi hastaneden çıkardı. Ona sıcak çorba içirdi, yeni kıyafetler aldırdı. Ama Halime hâlâ utanç içindeydi: “Sen doktor oldun, ben hâlâ hayatta kalmaya çalışan bir kadınım. Aramızda uçurumlar var.”
Burak başını salladı: “Ben o uçurumu kapatmak için yıllardır çalışıyorum. Belki param var ama kalbim hep fakirdi çünkü sensizdi.” Halime gözlerini kaçırdı ama içi titriyordu.
Dışarıda kar yeniden yağmaya başladı. Burak sessizce fısıldadı: “Biliyor musun Halime? Seninle ilgili bir şey hiç değişmedi.” Kadın döndü: “Ne değişmedi?” Burak gülümseyerek yanıtladı: “Soğukta bile senin kalbin hep sıcaktı.”
Halime hastaneden çıkmak istemedi ama Burak ısrar etti. Onu kendi evine götürmek istedi, en azından birkaç gün dinlenmesi için. Halime utandı, kabul etmek istemedi ama Burak’ın kararlılığına karşı koyamadı.
Burak’ın evi modern, şıktı ama içinde bir yalnızlık yankılanıyordu. Evde hiç kadın eli değmemiş gibiydi. “Ev biraz sessizdir,” dedi Burak gülümseyerek. “Sen geldiğinden beri ilk defa sıcak hissettin burayı.”
Halime içeri adım attı, ayakkabılarını çıkarıp çekingence etrafa baktı. Duvarlarda diplomalar, tıp ödülleri vardı. Bir köşede eski bir ahşap kutu dikkatini çekti. Kapağı aralıktı, içinde kırmızı bir kurdele parlıyordu.
“Bu benim kurdelem,” dedi Halime nefesi kesilerek. Burak arkasından yaklaştı: “Evet, o yangın sabahı sen gittikten sonra söğüt ağacının altında buldum. Bir gün geri vereceğim diye sakladım.”
Halime’nin dizlerinin bağı çözüldü. Gözyaşlarını tutamadı. Yıllardır soğuğun uyuşturduğu kalbi o an ilk kez yeniden atmaya başladı. Burak omzuna elini koydu: “Şimdi ısın Halime. Seni bir daha üşütmeyeceğim.”
Ama dışarıda kar taneleri arasında bir sessizlik dolaşıyordu. Geçmiş henüz tamamen kapanmamıştı. Halime’nin bilmediği bir sır vardı ve Burak’ın sakladığı bir gerçek. Bir sonraki kar fırtınası sadece soğuğu değil, geçmişin en derin yarasını da getirecekti.
Sabahın ilk ışıkları şehrin üzerine gri bir perde gibi serildiğinde Halime hâlâ uykudaydı. Burak mutfakta sessizce kahve hazırlıyordu. Camın ardında kar hala yağıyordu. Taneler, bir zamanlar söğüt ağacının altına yağan karlar gibiydi. Ama artık o kar, masum çocukluk günlerinin değil, yılların biriktirdiği özlemin karıydı.
Burak kahve bardağını eline alıp salona geçti. Divanda uyuyan Halime’nin yüzüne baktı. Yorgun ama huzurluydu. O kadar uzun zamandır bu kadar sakin bir uyku görmemişti ki kendi kalbinin bile sessizliğini dinliyordu. Yavaşça yaklaştı, hafifçe üzerini örttü. Saçlarının bir tutamı yana düşmüştü. Parmaklarıyla nazikçe düzeltti.
O an kalbi ile zihni arasında bir savaş başladı. Zihni ona “Geçmiş geçmişte kaldı,” diyordu. Kalbi ise “Karşında duran, ömrün boyunca beklediğin kadın,” diye fısıldıyordu.
Halime gözlerini araladı. Bir an nerede olduğunu hatırlayamadı. Sonra Burak’ın siluetini gördü. Elinde kahve bardağı, gözlerinde yılların özlemi hafifçe doğruldu.
Burak, “Ben sana yük oldum değil mi?” dedi. Halime gülümsedi, “Yük mü? Hayır Halime, sen benim kalbimden hiç inmedin ki.” Bu söz kadının içine işledi. Alışkın değildi böyle cümlelere. Yıllarca hayatta kalmak için duygularını bastırmış, kalbini korumak için taş gibi sertleşmişti.
“Ben bu kadar iyi olmanı beklemiyordum,” dedi sessizce. “İnsanlar değişir sanıyordum.” Burak gözlerini onun gözlerinden ayırmadı: “Ben de değiştim Halime. Ama seni sevmek o hiç değişmedi.”
Halime’nin yüzüne bir kızıllık yayıldı. Sanki gençlik yıllarına dönmüştü. O an her şeyin hâlâ mümkün olabileceğine dair küçücük bir umut hissetti.
Gün ilerledikçe Halime biraz toparlandı. Burak hastanede kısa bir ziyaret yapmak zorundaydı. Gitmeden önce kadına bir not bıraktı: “Ev senin evin gibi. Rahat et. Akşam konuşmamız gereken şeyler var.”
Halime notu eline alıp uzun süre baktı. Kalbinde hem sıcak bir his hem de anlam veremediği bir ürperti vardı. Burak’ın “Konuşmamız gereken şeyler var” demesi onu tedirgin etmişti. Sanki bu güzel anların ardında söylemekten korktuğu bir sır gizliydi.
Evde yalnız kaldığında etrafı gezdi. Raflarda tıp kitaplarının yanında birkaç fotoğraf vardı. Birinde genç Burak beyaz önlük içinde gülümsüyordu. Yanında başka bir doktor kadındı. Halime’nin kalbine ince bir sızı saplandı. Fotoğrafın arkasında “Burak ve Elif 2018” yazıyordu.
Halime içini kıskançlıkla karışık bir acı kapladı. “Demek ki hayatında biri olmuş,” diye fısıldadı. Ama hemen sonra başını öne eğdi. Yıllardır kimseye ait olmayan, soğuk bir hayat yaşamıştı. Burak’ın başka biriyle olması doğal bir şeydi. Yine de kalbinde kıvılcımlanan umudu söndürmeye yetmişti.
Rafı kapatırken parmağı bir zarfa takıldı. Üzerinde eski bir mühür vardı: “Köy Sağlık Ocağı 2013.” Zarfı açmak istemedi ama merak ağır bastı. İçinden birkaç belge çıktı. Üstteki sayfada bir rapor vardı: “Yangında hayatını kaybeden Ahmet Yıldız, Olay Yeri: eski Değirmen Mahallesi, Şahit: Burak Yalın.”
Halime’nin elleri titremeye başladı. Ahmet Yıldız babasının adıydı. Gözleri büyüdü, kalbi hızla atmaya başladı. Bu rapor neden Burak’ın evindeydi? Kağıtların arasından küçük bir not düştü. El yazısı Burak’a aitti: “Eğer bir gün Halime’yi bulursam her şeyi anlatacağım. Çünkü gerçek yıllardır içimde taş gibi duruyor.”
Halime’nin nefesi kesildi. Evin sessizliğini sadece duvar saati dolduruyordu. Anlam veremediği bir korku sardı içine. Yıllardır yangın gecesini hatırlamaktan kaçmıştı ama şimdi o an gözlerinin önüne geldi. Gökyüzü kıpkırmızıydı, köyü saran alevler geceyi gündüze çevirmişti.
Halime annesinin elini tutmuş, çığlıklar arasında koşuyordu. Babası evin içindeydi. Burak da oradaydı. 14 yaşındaki o çocuk alevlerin arasına girip babasını kurtarmaya çalışmıştı ama o geceden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmamıştı.
Yangın söndüğünde köyde dedikodular çıkmıştı. O evi yakan aslında Halime’nin babasıymış. Yok yok, belki başka biri. Sabaha Burak’ın ailesi köyü terk etmişti. Halime babasını kaybetmişti. Köy ikiye bölünmüştü.
Ama o gece gerçekte ne olmuştu? Halime kağıtları sıkıca tutarken kalbi çarpar, gözlerinden yaşlar süzülüyordu.
Burak kapıyı açtı, içeri girdiğinde Halime’nin elinde belgeleri gördü. Ona kaldı kalbine bıçak saplanmış gibiydi. “Halime, sen o dosyayı mı buldun? Babamın ölümünde senin payın var mı?”
Oda ağırlaştı. Burak bir adım geri çekildi, gözlerini yere indirdi. “O gece her şeyi gördüm Halime ama sana söyleyemedim.”
“Ne gördün?” diye sordu Halime, sesi kesilmiş bir çığlık gibiydi.
Burak acı dolu bir ifadeyle gözlerini kaldırdı: “Yangını çıkaran babandı. Borçlarını ödeyemediği için evi yakmak istemiş, sigorta parasıyla kaçmayı planlamış. Ama yangın kontrolden çıkmış. Kurtarmaya çalıştım ama geç kaldım.”
Halime dizleri çözüldü, yere oturdu. Gözyaşları yanaklarından sel gibi aktı: “Hayır, babam öyle bir şey yapmazdı! O asla böyle bir şey yapmazdı!”
Burak yanına diz çöktü: “Keşke ben de inanmasaydım ama o gece olanları kendi gözlerimle gördüm.”
Halime Burak’ın omzuna vurdu: “Neden yıllarca sustun? Neden bana söylemedin?”
Burak hıçkırarak konuştu: “Çünkü senin baban benim babamı da tehdit etmişti. Ailelerimiz birbirine düşmandı. Seni kaybetmemek için sustum.”
Halime’nin dünyası altüst olmuştu. Yıllardır babasının masumiyetine inanmıştı. Şimdi o inanç bir kağıt parçası gibi elinde yırtılıyordu.
Burak, “Beni kurtarmaya çalıştığını sanıyordum. Meğer beni yıkmamaya çalışıyormuşsun,” dedi.
Burak sessizce başını eğdi: “Seni korumak istedim ama belki de en büyük kötülüğü o zaman yaptım.”
O gece evde sessizlik hakimdi. Halime pencereden dışarı bakıyordu. Kar yağıyordu ama gözlerine gri görünüyordu. Burak mutfakta tek başına oturuyordu, elleriyle başını kavramıştı. Yıllar sonra karşılaştığı kadını yeniden kaybetme korkusu içindeydi.
Halime arkasına döndü: “Burak, bana bir şey söyle.”
Burak başını kaldırdı: “Söyle. Eğer o gece babam suçluysa, senin vicdanın neden hâlâ rahat değil?”
Bu soru Burak’ı derinden vurdu. Yutkundu: “Çünkü o gece sadece babanı değil, başka birini de kaybettik.”
“Ne demek istiyorsun?” Burak’ın sesi titredi.
“Yangında sadece senin baban değil, benim küçük kardeşim de vardı. Onu da kaybettim.”
İkisi de konuşamadı. Sadece karın sesi camdan içeri süzülen hüzün gibi odayı doldurdu.
Gece ilerledikçe Halime odasına çekildi ama uyuyamadı. Babasının yüzüyle Burak’ın gözleri arasında gidip geliyordu zihni. Bir yanda “Babam masumdu” inancı, diğer yanda Burak’ın sarsılmaz gerçekliği.
Sonunda sessizce kalktı. Dolabın üzerindeki kutuya gitti. İçinde kırmızı kurdele, taş, kalp ve Burak’ın mektubu vardı. Hepsine tek tek baktı. Sonra pencereye yürüdü, karanlığa baktı: “Allah’ım, sen bana gerçeği göster ama kalbimi de dayanıklı kıl.”
O anda uzaktan bir siren sesi duyuldu. Hastaneden geliyordu. Ambulans hızla geçti. Halime içini kaplayan kötü hissin ne olduğunu anlamadı.
Sabah Burak hâlâ evde değildi. Telefonu kapalıydı. Halime kalbinde uğursuz bir sıkıntıyla hastaneye gitti. Resepsiyondaki hemşire onu görünce irkildi: “Siz doktor Burak’ın yakın mısınız?”
Halime korkuyla yaklaştı: “Evet. Neden?”
Hemşirenin yüzü bembeyaz oldu: “Dün gece geç saatlerde trafik kazası geçirdi. Durumu ciddi.”
Halime’nin ellerinden dosya düştü. Kulaklarında uğultu başladı. Dizlerinin bağı çözüldü, yere yığıldı.
Hastanenin koridorları sessizdi. Halime Burak’ın yanından ayrılmıyor, o umutlu haberi bekliyordu.
Sonunda doktor geldi: “Şükürler olsun, Burak Bey iyi, yakında taburcu olacak.”
Halime büyük bir rahatlama yaşadı, “Allah’ım sana şükürler olsun,” dedi.
Yatakta uzanmış, gözleri tavanda, aklı yıllar öncesindeydi. Burak’ın elleri hâlâ ellerindeydi sanki. O sıcaklık, çocukluğundaki yaz güneşinin kokusunu getiriyordu burnuna.
Kendine söz verdi: “Eğer mucizeyle bu hayattan pay alabilirsem, geçmişin zincirlerinden kurtulacağım.”
Ama içten içe biliyordu. Geçmişin elleri hâlâ omzundaydı ve bırakmaya niyetli değildi.
Sabah gri gökyüzüyle doğdu. Hastanenin camlarına vuran kar taneleri gece boyunca yağan fırtınanın yorgunluğunu anlatıyordu.
Burak erken saatte uyanmıştı. Uykusuz, yorgun ama kararlıydı. Halime’nin geçmişine gömülmüş karanlığı aydınlatmaya karar vermişti.
Kasabanın yukarı mahallesinde gösterişli bir konak vardı. Leyla Hanım orada yaşıyordu. Kapıyı açınca Burak’ı görünce şaşırdı: “Doktor Bey! Ne tesadüf bu saatte.”
Burak ciddiydi: “Biraz konuşmamız gerek Leyla Hanım. Halime hakkında.”
Kadının gülümsemesi silindi: “Ne var Halime’de? Suçlu bir kadın. Geçmişte beni dolandırdı. Siz de ona inanacak kadar saf mısınız?”
Burak, “Ben doktorum ama insanın bedenini iyileştirmek yetmez. Bazen ruhunu da anlamak gerek. Halime’nin suçlu olduğuna inanmıyorum.”
Leyla Hanım alayla güldü: “Tabii, güzel kadına kolay inanılır. Ama o kadın yalancı. Bizim evden kaçtı, oğluma iftira attı.”
Burak’ın yüzü gerildi: “İftira mı? Yoksa susturamadığınız bir gerçeği mi söylediniz?”
Kadının yüzü soldu: “Ne ima ediyorsunuz?”
Burak adım yaklaştı: “Siz o geceyi polise başka türlü anlattınız ama dosyayı inceledim. Ne siz tanık oldunuz ne de oğlunuz. Dosya eksik bırakılmış. Neden?”
Leyla Hanım ellerini titrek bir şekilde birleştirdi: “O zaman kocam hayattaydı. Her şeyi kapatmak istedi. Oğlumun adı karışmasın diye.”
Burak alçak sesle: “Yani Halime masumdu?”
Kadın gözleri doldu: “Evet. Belki masumdu. Oğlum o gece sarhoştu. Kızcağızı korkutmuş. Halime kaçarken düşüp bileğini incitmişti. Ben de onu susturmak için para çaldı dedim. Çünkü kocamın adını karıştırmak istemedim.”
Burak boğazında düğümle geriye yaslandı. Halime yıllarca utançla iftiranın gölgesinde yaşamıştı.
Leyla Hanım’ın masumiyet itirafı köyde yankılandı. Gazeteci bir tanıdık haberi yayımladı: “Yıllar önce iftiraya uğrayan temizlikçi kadın masum çıktı.”
Haber kısa sürede herkesin dilindeydi. Halime’nin adı temizlenmişti. Ama bu temizlik, geçmişteki kirli ellerin ortaya çıkması demekti.
Leyla Hanım konağını terk etti, oğlu Kenan başka bir şehre gitti. Kasaba halkı Halime’yi hastanede ziyaret etmeye başladı. Kimisi özür diledi, kimisi sustu. En çok Burak’ın yanında oluşunu kıskandılar.
Günler geçti, Halime yavaş yavaş iyileşti. Yüzüne kan geldi, gözlerinde hayat yeniden parlamaya başladı.
Bir sabah pencereden dışarı baktı. Kar erimiş, toprak görünüyordu. Gülümsedi: “Belki de kış bitiyor.”
Burak içeri girdi, Halime’yi böyle görüp içi ısındı: “Ne güzel gülüyorsun bugün.”
Halime hafifçe başını eğdi: “Yıllar sonra ilk defa içim ısındı Burak. Belki de artık kış bitiyor.”
Burak bir an sustu, sonra cebinden küçük bir mendil çıkardı. “Bu ne?” diye sordu Halime.
Burak gülümsedi: “Yıllar önce çocukken sana hediye ettiğim, kenarına BH harfleri işlenmiş mendil.”
Halime donup kaldı: “Bu hâlâ sende mi?”
Burak: “Hiç atmadım. Bana hatırlattı, bir gün seninle yollarımız yeniden kesişecek diye.”
Halime’nin gözleri doldu. Bu kez gözyaşları acıdan değil, minnettendi. Kalbi yeniden umutla çarpıyordu.
O gece hastanenin terasında buluştular. Gökyüzü yıldızlarla doluydu. Halime battaniyesine sarılmış, Burak’ın yanında duruyordu.
“Biliyor musun?” dedi Halime sessizce. “Ben hep düşündüm, kader neden bizi ayırdı diye. Ama şimdi anlıyorum, belki de yeniden buluşalım diye ayırdı.”
Burak başını çevirdi: “Belki de. Bazen kaybolmak gerekir, bulunmanın değerini anlamak için.”
Aralarında uzun bir sessizlik oldu. Sadece rüzgarın sesi vardı. Sonra Burak yavaşça elini uzattı.
“Seninle yeniden bir hayat kurmak isterim ama karar senin.”
Halime gözlerini gökyüzüne çevirdi: “Benim artık korkularım yok Burak. Ama önce içimdeki yaraların kabuk bağlaması gerek. Bu sefer acele etmeyelim. Olur mu?”
Burak gülümsedi: “Ne kadar beklersen bekleyeyim, yine de seni bekleyeceğim.”
Kış kasabadan yavaşça çekiliyordu. Sokaklarda biriken karlar eriyor, çatılardan sular damlıyordu. Hastanenin bahçesindeki ağaçlar yeniden doğuşun habercisi gibi filizlenmeye başlamıştı.
Halime artık iyileşmişti. Yüzündeki solgunluk gitmiş, yerine yeniden bir ışık yerleşmişti. Günlerdir erken kalkıyor, hastane bahçesinde yürüyüşler yapıyordu. Ellerini cebine sokuyor, sessizce gökyüzüne bakıyordu.
Bir sabah yürürken Burak onu uzaktan izliyordu. Halime’nin kar beyazı atkısı rüzgarda savruluyor, güneş yüzüne vurdukça gözleri parlıyordu. Burak anladı; bu kadına sadece geçmişinden değil, varoluşundan dolayı bağlanmıştı.
“Artık seni taburcu ediyoruz, Halime Hanım,” dedi hemşire gülümseyerek. Halime elindeki çantasına baktı. Az eşyası vardı ama içinde kocaman bir dünya taşıyordu artık.
“Teşekkür ederim. Sadece ilacınızı değil, bana yeniden yaşama isteği verdiniz,” dedi usulca.
Burak odanın kapısında bekliyordu: “Hazır mısın?”
Halime başını salladı: “Hazırım ama nereye gideceğimi bilmiyorum.”
Burak yumuşakça: “Bir yer biliyorum. Hatırlıyor musun? Çocukken köyde küçük bir göl vardı. Orada birlikte dilek dilemiştik. İstersen oraya gidelim.”
Halime’nin gözleri doldu: “Gökkuşağının altındaki göl. Evet, o göl hâlâ orada.”
Araba kasabadan çıkıp dağ yoluna girdiğinde karla kaplı tepeler arasında güneş parlıyordu. Yol sessizdi ama sessizliğin içinde kelimelerden daha derin duygular vardı.
Halime pencereden dışarı bakarken içinden geçenleri tutamıyordu. Her virajda geçmişin gölgeleri azalıyordu. O köyü terk ederken arkasına bile bakmamıştı. Ama şimdi geri dönüyordu, korkarak değil, güçlü biri olarak.
Burak dedi bir anda: “Hiç düşündün mü, kader bizi neden yıllar sonra tekrar karşılaştırdı?”
Hafifçe gülümsedi: “Belki de çocukken ettiğimiz dileği yerine getirmesi bu kadar sürdü.”
Halime dudakları titredi: “Sen hâlâ o çocuğun sözlerini hatırlıyor musun?”
Burak hemen yanıtladı: “Sen bir gün sen doktor ol, ben de senin yardımcın olayım demiştin.”
Halime güldü, gözlerinden yaş süzüldü: “Ne garip. Sen doktor oldun, ben de senin yardımcın oldum ama bambaşka bir şekilde.”
Öğleden sonra köye vardıklarında manzara zamana donmuş gibiydi. Taş evler, yıkık okul binası, eski harman yerleri… Her şeyin üzerinde geçmişin sessiz kokusu vardı. Köyde kimse kalmamıştı. Sadece rüzgarın uğultusu ve uzaklardan gelen keçi çanı duyuluyordu.
Halime Burak’la birlikte çocukluklarının geçtiği tepeye çıktı. Orada hâlâ küçük göl vardı. Buzlar çözülmüş, su parlıyordu. Gökyüzünde ince bir gökkuşağı beliriyordu. Halime’nin nefesi kesildi. Yıllar sonra yine aynı yerdeydiler.
Burak sessizce eğildi, gölün kenarındaki suya baktı: “Elini uzat.”
Halime onun uzattığı eli tuttu. Burak fısıldadı: “O zaman bir dilek dilemiştik. Şimdi bir tane daha dileyelim.”
Halime’nin sesi titriyordu: “Ben artık dilek dilemeyi unuttuğumu sanıyordum.”
Burak gülümsedi: “O zaman hatırlamaya başla.”
Gözlerini kapadılar. Halime’nin kalbinden geçen tek şey şuydu: “Bu defa sevdiklerim yanımda kalsın. Ne olursa olsun yalnız kalmayayım.”
Rüzgar hafifçe esti, gölün yüzeyinde küçük halkalar oluştu. Gökkuşağı daha da belirginleşti. Sanki çocukluklarındaki o masum dilek yıllar sonra nihayet gerçekleşmişti.
Birkaç hafta sonra Halime kasabada küçük bir dükkan açtı. Kapısında el emeğiyle yazılmış tabela: “Gönül Dikişi.” Eski terzilik yeteneğini yeniden hayata döndürmüştü.
Kasaba halkı ona artık “o masum kadın” değil “güçlü Halime” diye sesleniyordu. Her sabah erkenden işine gidiyor, radyodan eski türküler dinliyordu. Burak ise fırsat buldukça onu ziyaret ediyor, bazen çay içiyor, bazen sessizce oturuyordu. Aralarındaki sessizlik bile anlamlıydı.
Bir akşamüstü Burak dükkana geldiğinde Halime’nin elinde yarım kalmış çocuk elbisesi vardı. “Bu kimin için?” diye sordu.
Halime gülümsedi: “Kasabanın yetimhanesinde küçük bir kız var. Donatıyorlar ama kimseden sıcak bir hediye almamış. Ona bir şey dikiyorum.”
Burak sustu, kalbinde Halime’nin merhametine hayranlık duydu: “Sen hâlâ eskisi gibisin Halime. Her şeyini kaybetsen de insanlığını asla kaybetmemişsin.”
Halime başını kaldırdı, gözleri parladı: “Belki de kaybettiklerim bana insan olmayı öğretti.”
Burak baharın ilk günüydü. Köydeki göl kenarında yeniden buluştular. Gökyüzü masmaviydi, kuşlar cıvıldıyor, suyun yüzeyinde bahar rüzgarı dans ediyordu.
Burak elinde küçük bir kutu tutuyordu. Halime kutuyu görünce nefesi kesildi. “Bu da ne?” diye sordu.
Burak yavaşça diz çöktü: “Bazen kader iki kalbi ayırır ama eğer o kalpler gerçekten birbirine aitse, dünya dönse de buluşturur.”
Kutuyu açtı. İçinde gökkuşağı taşından minik bir motifle süslü sade bir yüzük vardı.
Halime’nin gözleri doldu. Burak devam etti: “Ben seni çocukken sevdim. Büyüyünce unutamadım. Artık ne yoksulluk, ne geçmiş, ne de korku aramıza girebilir. Sadece bir ömür senin elini tutmak istiyorum.”
Halime dudaklarından sessiz bir nefes çıktı, gözyaşları süzülürken başını salladı: “Ben de aynı dileği dilemiştim Burak.”
Burak yüzüğü parmağına taktı. Gökyüzünde bir kuş sürüsü geçti, gölün üzerinde süzüldü. Rüzgar saçlarını savurdu, ikisi yıllar önce çocukken başladıkları hikayeyi bu kez bir ömürlük gerçeğe dönüştürdü.
Bir yıl sonra kasabanın yeni sağlık merkezinin açılışı vardı. Merkezin adı “Halime ve Burak Sevgi Kliniği” idi. İçeride Halime gönüllü çalışıyor, Burak başhekimlik yapıyordu. İkisi köy çocuklarına ve yoksul insanlara ücretsiz yardım ediyordu.
Bir gün küçük bir kız gökkuşağını gösterip sordu: “Halime teyze, o gökkuşağının altında dilek dilesek olur mu?”
Halime gülümsedi, kızın başına elini koydu: “Elbette olur yavrum. Ama en güzel dilek, bir kalbi sevmek ve onu kaybetmemektir.”
Burak uzaktan sahneyi izliyordu. Gözleri Halime’ye takıldı. Yıllar önce soğukta titreyen yorgun kadın, artık yüzünde güneş gibi bir gülümsemeyle oradaydı.
Burak içinden geçirdi: “Kader bazen insanı en karanlık gecelere bırakır ama o geceler en parlak sabahları doğurur.” Gökyüzünde bir kez daha gökkuşağı belirmişti, tam da onların üzerinde, tıpkı o ilk günkü gibi.