Adam kahraman ilan edildi… ama felaketin gerçek sorumlusu da oydu.
Akşam havası duman ve korku kokuyordu.
Küçük Ege kasabası Ayazköy’de herkes Karahanların malikanesindeki yangını konuşuyordu.
Eğer bahçıvan Mehmet olmasaydı, hanım ve çocuklar alevler arasında can vereceklerdi, diyorlardı.
“Hakiki bir kahraman!” dediler.
Gazeteler geldi, kameralar onu takip etti.
Belediye başkanı elini sıkarken gururluydu.
Ama kimse gerçeği bilmiyordu.
Kimse bilmiyordu ki o gece, kahraman aynı zamanda suçluydu.
Mehmet on yıldan fazladır Karahan ailesinin yanında çalışıyordu.
Arka bahçedeki limon ağacının yanındaki küçük kulübede kalıyordu.
Sessiz, düzgün, neredeyse görünmezdi.
Nermin Hanım ona nadiren konuşurdu; genellikle kısa notlar bırakırdı:
“Çiçekleri öğlene kadar kes. Kedileri içeri alma.”
Rıza Bey, kasabanın yarısına sahip tanınmış bir iş insanıydı.
İyi para verirdi ama gözleri, her kuruşu hesaplayan birinin gözleriydi.
Büyük oğulları Can, özel üniversite çocuğu havasındaydı;
Mehmet’e mobilyayla konuşur gibi hitap ederdi:
— Hey sen, şunu temizle. Koku berbat.
Ama Mehmet hiçbir şey demezdi.
Çünkü sessizliği herkesten iyi bilirdi.
Ve içinde sakladığı bir sır vardı.
O hafta kasaba Karahanların ellinci evlilik yıldönümü için hazırlanıyordu.
Malikane ışıl ışıldı, balkonlardan lambalar sarkıyor, pahalı şarap kasaları Mehmet’in kollarında taşınıyordu.
O sırada, hayatını değiştirecek konuşmayı duydu.
— “Artık bunu sürdüremeyiz,” dedi Nermin Hanım fısıltıyla.
— “Sus!” diye kesti Rıza Bey. “O zavallı köylü imzayı attı. Okuma yazma bilmemesi benim suçum değil.”
Şarap kasası yere düştü.
Cam kırıldı.
Ve o anda Mehmet’in içi de kırıldı.
O “zavallı köylü”… babasıydı.
Bir zamanlar kendi toprağını değersiz sanarak satan,
şimdi o toprakların üstünde yükselen malikaneyi göremeden ölen adam.
O gece Mehmet uyuyamadı.
Salonun ışıklarını izledi, uzaktan müziği, kahkahaları duydu.
Annesini düşündü — hâlâ fakir mahallelerde temizlik yapıyordu.
Ve ilk defa, içinde yanmaya başlayan tehlikeli bir aydınlık hissetti.
Saat üçte, bahçe deposuna indi.
Bahçe makinelerini temizlemek için kullandığı benzin bidonunu aldı.
Eller titriyordu.
Zarar vermek istemiyordu, sadece…
Ailesinin hissettiği sıcaklığın bir parçasını hissetsinler istiyordu.
“Sembolik bir ateş,” diye düşündü. “Küçük bir korku.”
Ama ateş sembol tanımaz.
Farkına vardığında salonun perdeleri bir meşale gibi yanıyordu.
Duman her yeri sardı.
Koştu, çocukların odasına girdi, onları tek tek dışarı taşıdı.
Nermin Hanım merdivenlerde bayılmıştı; onu da omzuna aldı.
İtfaiye geldiğinde malikane artık kara bir iskelet gibiydi.
Mehmet, külle kaplanmış halde, en küçük çocuğu kucağında tutuyordu.
“Kahraman,” dediler.
Haberler günlerce onu anlattı.
“Mütevazı bahçıvan, kasabanın en güçlü ailesini kurtardı.”
Belediyeden madalya teklif edildi.
Nermin Hanım kameralar önünde onu sarıldı, ağladı.
Kimse şüphelenmedi.
Ama Mehmet geceleri uyuyamadı.
Çünkü içindeki ateş hâlâ yanıyordu.
Ve o biliyordu: kıvılcımı yakan oydu.
Haftalar geçti.
Rıza Bey, öfkeyle, yangının nedenini araştırmaya başladı.
Bir gün, yanmış kalıntılar arasında bir benzin bidonu buldu.
Parçalar birleşti.
Polise haber verdi.
Ama polis geldiğinde Mehmet çoktan gitmişti.
Masanın üstünde sadece bir mektup vardı:
“Affetmenizi istemiyorum.
Sadece ateşin, sizden aldıklarınızı size hatırlatmasını istedim.
Adalet her zaman yasalarla gelmez.
Bazen ateşle gelir.”
Altında, babasının eski bir fotoğrafı: kendi toprağında gülümserken.
Aylar sonra, İzmir’in fakir bir mahallesinde çocuklar boş bir arsada futbol oynuyordu.
Bir çocuk yeni bir kürek buldu, parlayan.
Kafasını kaldırdığında, şapkalı, esmer bir adam ona gülümsedi.
— “Ben de oynayabilir miyim?” dedi adam.
Kimse adını bilmiyordu.
Sadece sabahın erkeninde çalıştığını, çocuklara her zaman ekmek getirdiğini biliyorlardı.
Ve bazen, güneş batarken, sessizce ufka baktığını…
sanki içindeki yangının bir gün tamamen sönmesini bekliyormuş gibi.