40 Yıllık Evlilik. O Hep Kulübeyi Kilitlerdi… Ölümünden Sonra Kadın Açtı ve Şok Oldu

Zeynep Hanım’ın elleri anahtarı çevirirken titriyordu. 40 yıldır her gün gördüğü ama hiçbir zaman içine girmediği ambar kapısı gıcırdayarak açıldı. İçeriden gelen koku onu geriye doğru attı: Taze çiçekler, parfüm ve kadın kokusu. Duvarlarda asılı düzinelerce fotoğraf vardı. Ama bu fotoğraflardaki kadın o değildi.
40 yıllık eşi Mehmet Bey’in gizli dünyası gözlerinin önünde açılıyordu. Her fotoğrafta aynı yüz, aynı gülümseme, aynı sevgi dolu bakış ve masanın üzerinde toz içinde bekleyen bir not: “Seni her gün aradım Ayşe. Zeynep asla bilmeyecek.”
Ayşe kimdi ve Mehmet 40 yıl boyunca bu sırrı neden saklamıştı?
Adapazarı’nın sessiz mahallelerinden birinde, şimşir ağaçlarıyla çevrili eski Osmanlı evinin bahçesinde duran ahşap ambar, 40 yıldır aynı gizemi taşıyordu. Zeynep Hanım her sabah mutfak penceresinden ona bakar, her akşam Mehmet Bey’in oraya gidip çıkışını izler ama hiçbir zaman soru sormazdı. Evlilik böyleydi işte. Bazı kapılar açılmazdı. Bazı sorular sorulmazdı.
Mehmet Bey geçen hafta kalp krizinden vefat etmişti. Koca yaşında hala güçlü bir adamdı. “Sabah kahvaltısında ‘Bugün ambarı düzenleyeceğim,’” demişti, son sözleri. Öğleden sonra orada bulmuşlardı onu. Sanki uykuda gibiydi, yüzünde huzurlu bir ifadeyle.
Cenaze sonrası üç gün geçmişti. Akrabalar gitmiş, komşuların getirdiği yemekler dolaba dizilmişti. Ama Zeynep Hanım hala o anahtarı masada bırakamıyordu. Mehmet Bey’in cebinden çıkan, hiç görmediği küçük pirinç anahtar. Ambarın anahtarı. 40 yıl boyunca sadece onun girdiği o yer artık onun da merakını cezbediyordu. Ne saklıyordu orada? Neden hiç içeri almazdı kendisini? Ve en önemlisi, neden öldüğü gün tam da oraya gitmişti?
Akşam ezanı okunurken Zeynep Hanım yorgun adımlarla bahçeye çıktı. Kasım soğuğu kemiklerine işliyordu ama içindeki merak daha güçlüydü. Ambarın önünde durdu. Anahtarı avucunda çevirdi. 40 yıllık evliliğinde ilk kez kocasının yasak alanına girecekti.
Kapı ağır ağır açıldı. İçerisi zannettiğinden çok daha düzenliydi. Sağ tarafta eski mobilyalar, sol tarafta bahçe aletleri. Ama asıl dikkatini çeken şey, arka duvardaki örtülü köşeydi. Beyaz bir çarşafla örtülmüş, sanki bir sırrını koruyormuş gibi.
Çarşafı kaldırdığında nefesi kesildi. Küçük bir masa, üzerinde kadın parfümü şişeleri, eski bir müzik kutusu ve fotoğraflar. Düzinelerce fotoğraf. Hepsi aynı kadını gösteriyordu. Kahverengi gözlü, uzun saçlı, güzel bir kadın. Gençken çekilmiş bazıları, yaşlandıkça değişen yüzü ve her birinde Mehmet Bey’le birlikte.
Zeynep Hanım’ın elleri titreyerek bir fotoğrafı aldı. Arkasında yazı vardı: “Ayşem’le 1985 Bursa’da.” Bir başkasında, “Doğum günün kutlu olsun aşkım. 1992.” Bir diğerinde, “Seni özlüyorum. 2018.”
40 yıllık evlilikte hiç duymadığı bir isim: Ayşe.
Masanın çekmecesini açtığında mektuplar çıktı. Yüzlercesi. Hepsi aynı el yazısıyla, hepsi aynı isimle imzalı. Son mektup geçen aydan tarihli: “Mehmet’im, yaşlanıyoruz ama aşkımız hiç değişmedi. Keşke beraber olabilsek. Zeynep’i incitmek istemediğin için seni anlıyorum ama bu gizlilik artık çok ağır geliyor bana.”
Zeynep Hanım’ın gözleri buğulandı. Tam kapıyı kapatıp çıkacakken köşede duran eski bir kutunun üzerindeki etiketi gördü: “Ayşe’nin Düğün Elbisesi” yazıyordu. Ama Mehmet Bey onunla evlenmişti.
Bu elbise kimindi? Zeynep Hanım titreyen elleriyle kutuyu açtı. İçinden kar beyazı, dantellerle süslü bir gelinlik çıktı. 40 yıl önce kendi giydiği elbiseden çok daha şık, çok daha pahalı görünüyordu. Saten kumaşının altında küçük bir zarf vardı. Üzerinde “İlk Aşkım, Son Aşkım” yazıyordu.
Zarfı açtığında çıkan fotoğraf onu yerinden sarstı. Mehmet Bey beyaz takım elbiseyle, yanında gelinlikli Ayşe. İkisi de gülümsüyor, mutlu görünüyordu. Fotoğrafın arkasında tarih yazıyordu: 5 Haziran 1980.
Ama Zeynep’le Mehmet’in nikah tarihi 15 Temmuz 1980’di. Demek ki Mehmet önce başka biriyle evlenmeyi planlamıştı.
Zeynep Hanım bacakları titreyerek ambarın içindeki eski iskemleye çöktü. 40 yıllık evliliğinin temellerinin sallandığını hissediyordu. Acaba Mehmet onu ikinci seçim olarak mı almıştı? Acaba hep o Ayşe’yi mi sevmişti?
Kutudan çıkan diğer eşyalar daha da şaşırtıcıydı. Bebek ayakkabıları, mavi renkli. Bir de doğum belgesi fotokopisi: Emre Özkan. Babası: Mehmet Özkan. Annesi: Ayşe Kaya. Tarih: 3 Mart 1981.
Zeynep Hanım’ın dünyası başına yıkıldı. Mehmet’in bir oğlu vardı. Onunla evlendikten sonra doğmuş bir oğlu ve 40 yıl boyunca bundan hiç bahsetmemişti.
Ambarın derinlerinde aramaya devam etti. Bir dolap vardı. İçi erkek çocuk kıyafetleriyle doluydu. Her yaştan bebek tulumları, okul üniformaları, lise mezuniyet fotoğrafı. Emre’nin büyürken çekilmiş fotoğrafları duvarlara diziliydi. Mehmet’e o kadar benziyordu ki şüpheye yer yoktu.
Masanın üzerindeki son mektupları okuduğunda gerçek daha da netleşti. Ayşe’nin yazdıkları yürek burkucuydu: “Mehmet’im, Emre’miz doktor oldu. Keşke sen de mezuniyet töreninde olabilseydin. Ona babasından bahsediyorum ama hiçbir zaman tam gerçeği söyleyemem. Sen Zeynep’le evlisin. O bunu biliyor ama yine de seni görmek istiyor.” Başka bir mektup: “Oğlumuz evlendi, torunumuz oldu. Keşke sen de onları görebilseydin. Ama anlıyorum. Zeynep’i anlatamayacağını biliyorum.”
Son mektup: “Geçen aydan. Mehmet, yorgunum artık. 40 yıldır gizli aşk yaşamak, gizli aile olmak. Belki artık Zeynep’e anlatma zamanı geldi. O da hak ediyor gerçeği bilmeyi.”
Zeynep Hanım mektupları bıraktı. Gözyaşları yanaklarından akıyordu. 40 yıl boyunca yanında yaşayan adam, aslında başka bir kadını severken onu aldatmamıştı ama kalbini hiç ona vermemişti de. O hep gölge bir eş olmuştu. Gerçek aşkın yerini hiç dolduramayan biri.
Ama en şaşırtıcı keşif daha gelmemişti. Ambarın en arka köşesinde eski bir çiçek saksısının altında gizlenmiş başka bir kutu vardı. Üzerinde “Zeynep’e, Açılması Halinde” yazıyordu. Demek ki Mehmet ölümünden sonra bunları bulacağını biliyordu ve ona özel olarak bir şey bırakmıştı.
Zeynep Hanım’ın kalbi çarpıyordu. Kutuyu açarken içinde el yazısıyla yazılmış uzun bir mektup vardı. Mehmet’in eli. Başlığı, “Sevgili Zeynep’im, eğer bunu okuyorsan, demek ki gittim ve sen gerçeği öğrendin.”
Mektubu okumaya başladı.
“Canım Zeynep, biliyorum şu anda çok şaşkın ve kırılmışsın. 40 yıl boyunca sana yalan söylediğim için affet beni. Ama bilmelisin ki seni aldatmak için değil, seni korumak için sakladım bunları.”
“Ayşe ile 1978’de tanıştım, sen beni tanımadan iki yıl önce. Onu çok sevdim. Evlenmeyi planlıyorduk ama ailesi karşı çıktı. Ben fakir bir öğretmendim. O zengin bir ailenin kızıydı. Babasından dayak yedi, evden kovdu onu benimle görüldüğü için. 1980 baharında hamileydi. Gizlice nikah kıydık ama ailesi öğrenince tehdit ettiler. Ya onu bırakırdım ya da ikimizi de öldürürlerdi. O zamanlar böyleydi işte, namus cinayetleri. Ayşe beni bırakmam için yalvardı. ‘Git başka biriyle evlen. Ben çocuğu tek başıma büyütürüm,’ dedi. Kalbim parçalandı ama onu korumak için ayrıldık.”
“Sen o dönemde hayatıma girdin. Seni sevmeye başladım, farklı bir sevgiyle. Güvenli, huzurlu bir sevgi. Seninle evlendiğimizde Ayşe başka şehre taşındı ama mektup yazmayı hiç bırakmadı. Oğlum Emre doğduğunda haber verdi. Büyürken fotoğraflarını gönderdi. Ben de onu hiç unutamadım. Yıllarca ikimiz de yaşadık bu ayrılığı. Sen de ben de mutluyduk ama eksik bir mutluluk. Sen benim gizli acımı hep sezdin galiba ama hiç sormadın. Bu yüzden seni çok sevdim Zeynep, anlayışın, sabrın…”
“Emre büyüdü. Doktor oldu, evlendi. Benim torunum oldu ama hiç göremedim. Ayşe’ye destek olamadım. Oğlumla baba oğul ilişkisi kuramadım. Bu acıyı 40 yıl taşıdım kalbimde. Şimdi yaşlandık. Belki artık gerçeği öğrenme zamanın geldi ama sana söyleyemedim. Çok korkuyordum. Beni terk edersen diye, bu yaşta yalnız kalırsam diye. Eğer bu mektubu okuyorsan, demek ki Allah beni yanına aldı. Karar verdim. Artık sen biliyorsun.”
“Kızarsan hakkın. Beni affetmezsen anlayışla karşılarım. Ama şunu bil ki seninle geçirdiğim 40 yılda gerçekti. Seni de sevdim. Sadece farklı türde. Ayşe’nin adresi masanın çekmecesinde. İstersen onu ara, tanış. O iyi bir kadın. Emre’nin fotoğrafları da orada. Torunun da. Belki onları görmek istersin. Ailem oldular çünkü. Sen istemesen de beni affet Zeynep. Ve lütfen Ayşe’yi de affet. O da benim kadar acı çekti.”
Mektup burada bitiyordu. Zeynep Hanım’ın gözlerinden yaşlar akıyordu. Ama bu sefer farklı bir acıyla. 40 yıl boyunca hissettiği eksikliğin sebebini nihayet anlıyordu. Mehmet’in uzak bakışlarını, ara sıra içine kapanmasını, hiç konuşmadığı o melankolik anlarını…
Çekmeceden Ayşe’nin adresini ve telefon numarasını buldu. İstanbul’da oturuyordu, Kadıköy’de. Ve yanında not: “Emre. Doktor Emre Özkan, Kalp Cerrahı, İstanbul Üniversitesi Hastanesi.” 40 yıl sonra öğreniyordu ki kocasının bir doktor oğlu varmış ve bir torunu.
Zeynep Hanım telefonu eline aldı. 40 yıldır tanımadığı kadını aramalı mıydı? Ya ona kızarsa, ya onu suçlarsa? Ama başka bir düşünce daha vardı kafasında: Acaba Ayşe de onun varlığından haberdar mıydı? Ve acaba o da 40 yıl boyunca aynı acıyı mı çekmişti?
Zeynep Hanım gün boyunca telefonu eline alıp bıraktı. Ayşe’yi aramalı mıydı? 40 yıllık rakibini tanımalı mıydı? Ya da rakip demeyi hak eden biri miydi o? Çünkü mektuplardan anladığı kadarıyla Ayşe hiçbir zaman Mehmet’i kendisinden çalmaya çalışmamıştı.
Sonunda cesaret bulduğunda Pazar günü öğleden sonraydı. Ellerinin titrediğini hissederek numarayı çevirdi.
“Alo.” Yaşlı kadın sesiydi. Sıcaktı ama yorgun.
“Ben… ben Zeynep. Mehmet’in…”
Hattın diğer ucunda derin bir sessizlik oldu. “Zeynep Hanım?” Ayşe’nin sesinde şaşkınlık vardı.
“Siz… siz Mehmet’ten bahsediyorsunuz.”
“Evet. O… o vefat etti geçen hafta.”
Bu sefer Ayşe’nin ağladığını duydu. Hıçkırıklar telefonda yankılanıyordu.
“Biliyordum,” dedi sonunda Ayşe. “Hissettim. Son mektubunda vedalaşıyor gibiydi.”
“Biliyordum ki ambarı açtım,” dedi Zeynep. “Her şeyi gördüm. Mektupları, fotoğrafları, Emre’yi.”
“Ah Zeynep Hanım,” Ayşe’nin sesi kırıktı. “40 yıldır bugünün geleceğini biliyordum. 40 yıldır sizden özür dilemek istiyordum.”
“Bana özür dilemek mi? Neden?”
“Çünkü Mehmet’in kalbinin bir parçasını ben aldım sizden. Haksızlık ettim. Siz onunla evlenmişken ben mektup yazmaya devam ettim. Oğlumuzu onun hayatında tuttum. Biliyordum ki bu sizi incitecek, eğer öğrenirseniz.”
Zeynep Hanım bir süre konuşamadı. Karşısındaki kadından duyduğu pişmanlık samimiydi.
“Beni görmeyi kabul eder misiniz?” diye sordu sonunda.
“Siz, siz gerçekten benimle görüşmek istiyor musunuz?”
“İstiyorum. Emre’yi de tanımak istiyorum. Mehmet’in oğlunu.”
Ertesi gün Zeynep Hanım hayatında ilk kez İstanbul’a gitti. Kadıköy’deki küçük apartmana çıkarken kalbi çarpıyordu. 40 yıllık bir gizemi çözmeye, 40 yıllık bir rakiple yüzleşmeye gidiyordu.
Kapıyı açan kadın onu şaşırttı. Ayşe yaşlı, yorgun görünüyordu. Fotoğraflardaki güzelliği hala vardı ama yılların ağırlığını taşıyordu yüzünde ve gözlerinde derin bir üzüntü.
“Zeynep Hanım,” dedi Ayşe kapıda duraksayarak. “Hoş geldiniz. Lütfen içeri gelin.”
Küçük ev sadeydi. Ama duvarlarda Mehmet ve Emre’nin fotoğrafları vardı. Zeynep bu fotoğraflarda Mehmet’i hiç görmediği kadar mutlu gördü. Gülüşü içten, rahattı.
“Çay?” diye sordu Ayşe.
“Lütfen.”
İkisi de konuşmakta zorlanıyordu. 40 yıllık gizli acılar, gizli kıskançlıklar, gizli meraklar ortada duruyordu.
Sonunda Ayşe konuştu. “Mehmet sizden bahsederdi. Çok sevdiğini söylerdi.”
“Bana hiç sizden bahsetmedi,” dedi Zeynep. “Ama hissediyordum. Eksik bir şey olduğunu hissediyordum.”
“Ben de sizden nefret ettiğimi sanıyordum,” diye itiraf etti Ayşe. “Ama nefret ettiğim sizin yerinizde olamamaktı aslında. Mehmet’le normal bir hayat yaşayamamaktı. Ev kurup beraber yaşlanamamaktı.”
“Çocuk sahibi olamadık,” dedi Zeynep sessizce. “Hep Mehmet’in bu yüzden üzüldüğünü düşündüm. Ama meğer onun zaten bir oğlu varmış.”
İki kadın birbirine baktı. 40 yıl boyunca tanımadıkları ama hayatlarını şekillendiren kadın karşılarında oturuyordu.
O sırada kapı çaldı. “Emre geldi,” dedi Ayşe. “Ona babası öldü diye haber verdim ama sizin geleceğinizi söylemedim. Hazır mısınız 40 yıldır görmediği babasının eşiyle tanışmaya?”
Kapı açıldığında içeri giren adam Mehmet’in genç hali gibiydi. Emre 42 yaşında, uzun boylu, yakışıklı bir doktordu. Gözleri babasının gözleriydi ama annesinin sıcaklığını taşıyordu.
Zeynep Hanım’ı görünce şaşırdı. “Anne, bu hanım kim?”
Ayşe derin bir nefes aldı. “Oğlum, bu Zeynep Hanım. Babanın… babanın eşi.”
Emre’nin yüzündeki ifade değişti. 42 yıldır bildiği gerçeklerin sarsıldığını hissetti.
“Babamın eşi mi? Ama babam sizinle değil miydi?”
“Oğlum, otur. Sana anlatacağımız uzun bir hikaye var.”
Emre yavaşça oturdu. Gözleri Zeynep’le Ayşe arasında gidip geliyordu. Ayşe başladı anlatmaya. 43 yıl önceki aşkı, ailesinin karşı çıkışını, gizli nikahı, tehditleri, ayrılmak zorunda kalışlarını…
Emre sesini çıkarmadan dinliyordu. “Yani babam,” dedi sonunda, “Sizi bırakıp Zeynep Hanım’la evlendi ama sizi hiç unutmadı.”
“Unutmadı,” dedi Zeynep. “Ben de bunu hiç bilmiyordum. Geçen hafta vefat ettiğinde ambarındaki eşyaları buldum.”
“Babam öldü mü?” Emre’nin sesi kırıldı.
“Geçen hafta kalp krizinden,” dedi Zeynep. “Son gününde ambarı düzenlemeye gitmiş. Sanırım sizin fotoğraflarınızı görürken…”
Emre ayağa kalktı, pencereye gitti. Uzun süre dışarı baktı. “42 yıl yaşadım,” dedi. “Hiçbir zaman babamla normal bir baba-oğul ilişkim olmadı. Hep gizli buluşmalar, hep saklı telefon konuşmaları. Meğer o da ne kadar acı çekiyormuş.”
Zeynep Hanım ayağa kalktı. Emre’nin yanına gitti. “Ben de acı çektim,” dedi. “40 yıl boyunca kocamda hep eksik bir şey olduğunu hissettim ama şimdi anlıyorum. O sizi özlüyordu.”
Emre döndü. Zeynep’e baktı. “Siz hiç kızgın değil misiniz? Babam size yalan söyledi. 40 yıl boyunca.”
“Kızgınım,” dedi Zeynep. “Ama aynı zamanda anlıyorum da. O zamanlar farklıydı. Namus, aile baskısı kolay değildi.”
“Babam gömüldü mü?” diye sordu Emre. “Adapazarı’da aile mezarlığında. Ziyaret edebilir miyim?”
“Tabii ki. Sen onun oğlusun.”
Ayşe onları dinlerken ağlıyordu. 40 yıllık sır sonunda açığa çıkmıştı. Artık kimse gizli yaşamayacaktı.
“Emre,” dedi Ayşe, “Zeynep Hanım’dan bir ricam var. Babana veda etmek istiyorum. Mezarını ziyaret etmek istiyorum.”
Zeynep tereddüt etti. Komşular ne derdi? İnsanlar ne düşünürdü? Ama sonra Mehmet’in ambarındaki o huzurlu yüzünü hatırladı. Ölümünde bile mutsuz değildi. Sanki sonunda rahatlamıştı.
“Gelin,” dedi. “İkiniz de gelin. Artık aile olmak zamanı geldi.”
Emre şaşırdı. “Siz gerçekten bizim aileniz olmamızı istiyor musunuz?”
“Emre, sen Mehmet’in oğlusun. Bu seni benim de oğlum yapar. 40 yıl geç tanıştık ama hiç geç değil.”
Ertesi gün üçü birden Adapazarı’ya gideceklerdi. Ama Zeynep Hanım henüz bilmiyordu ki Emre’nin de ona anlatacağı büyük bir sırrı vardı. Kendi çocuğu hakkında, Mehmet’in hiç görmediği torunu hakkında.
Adapazarı yolunda Emre sessizdi. Araba kullanırken ara ara aynada Zeynep Hanım’a bakıyor, bir şey söylemek istiyormuş gibi duruyordu.
“Emre,” dedi sonunda Ayşe, “Söyle artık ne var?”
“Zeynep… teyze,” Emre durdu. “Size nasıl hitap etmeliyim bilmiyorum.”
“Teyze güzel,” dedi Zeynep. “Emre, ne demek istiyordun?”
“Benim de size anlatacağım bir şey var. Babam hiç bilmedi ama ben evliyim ve 4 yaşında bir kızım var.”
Araba neredeyse yoldan çıkacaktı. Ayşe şaşkınlıkla oğluna baktı. “Ne demek evlisin? Ben bilmiyorum!”
“Çünkü karım yabancı, Amerikalı. Hastanede tanıştık. Aşık olduk. Amerika’da evlendik. Size söylemek istedim ama babamın durumunu biliyordum. Zaten bir sırrı vardı. Bir sır daha yüklemek istemedim.”
“Torunum mu var?” diye sordu Ayşe gözleri dolarak.
“Zeynep Hanım’ın da var,” dedi Emre. “Leyla diye. 4 yaşında. Babasına çok benziyor.”
Zeynep Hanım’ın dünyası yine altüst oldu. 40 yıl boyunca çocuğu olmamıştı. Şimdi hem oğlu hem de torunu olduğunu öğreniyordu.
“Nerede onlar?” diye sordu.
“Amerika’da. Karım doktor. Ben de iki akademisyen doktor olarak orada yaşıyoruz ama Leyla’yı size göstermek istiyorum. Görüntülü arama yapalım mı?”
Mezarlığa varmadan önce yol kenarında durdular. Emre telefonunu çıkardı. Amerika’yı aradı. Ekranda güzel sarışın bir kadın belirdi. Yanında minik bir kız, büyük gözlü, kahverengi saçlı.
“Sara, bu annem Ayşe ve bu… bu Zeynep teyze, babamın eşi.”
Sara şaşırdı ama gülümsedi. İngilizce konuştu: “Nice to meet you both. Emre told me about his father’s complicated situation.”
Küçük Leyla merakla baktı kameraya. “Bu babanın babaannesi,” dedi Emre kızına Türkçe. “Ve bu da büyük teyzen.”
“Merhaba,” dedi minik Leyla. Utangaç ama tatlı bir sesle. Zeynep Hanım’ın gözleri doldu. İlk kez torununu görüyordu. Mehmet’in gözleri, Emre’nin gülüşü, Ayşe’nin sıcaklığı…
“Ne zaman Türkiye’ye geleceksiniz?” diye sordu Ayşe.
“Bu yaz düşünüyorduk,” dedi Sara.
“Emre ailesiyle tanışmamı istiyor.”
“Artık daha büyük bir aile var,” dedi Zeynep. “Hepinizi bekliyoruz.”
Videoyu kapattıktan sonra mezarlığa gittiler. Mehmet’in kabri taze çiçeklerle doluydu. Komşuların getirdikleri.
Ayşe uzun süre sessizce durdu. Sonra konuştu: “Mehmet’im, sonunda gerçek açığa çıktı. 40 yıl gizli yaşadık ama artık değil. Oğlum babasını tanıyor, torunu var. Zeynep Hanım da bizi kabul etti. Huzur içinde yat.”
Emre babasının mezarına çiçek bıraktı. “Baba, keşke yaşasaydın da bu birleşmeyi görseydin. Ama biliyorum sen de istiyordun bunu.”
Zeynep Hanım da yanlarına geldi. “Mehmet, sana kızgınım ama seni anlıyorum da. Artık senin ailene bakacağım. Söz veriyorum.”
Mezarlıktan çıkarken Emre, “Zeynep teyze, sizce babam şimdi huzurlu mudur?” diye sordu.
“Eminim,” dedi Zeynep. “Artık kimse gizli yaşamıyor. Ailemiz büyüdü sadece.”
“Ayşe, siz Adapazarı’nda yalnız yaşıyorsunuz,” dedi. “Bize taşınmayı düşünür müsünüz? İstanbul’da beraber yaşayalım.”
Zeynep düşündü. 40 yıllık evi, anıları, alışkanlıkları.
“Hayır,” dedi. “Ama sık sık gelirim ziyarete ve siz de bana gelin. Leyla, Sarah geldiğinde hep beraber buluşalım. Mehmet’in evi hepimize açık.”
İki ay sonra Emre ailesiyle Türkiye’ye geldi. Zeynep Hanım ilk kez torunu Leyla’yı kucağına aldı. Sarah ile tanıştı. Hep beraber Mehmet’in mezarını ziyaret ettiler.
Leyla ‘büyükanne’ demeyi öğrendi Zeynep’e. Ayşe’ye de ‘babaanne’ diyordu. 40 yıllık sır sonunda bütün aileyi birleştirmişti. Mehmet gitmişti ama bıraktığı sevgi herkesin kalbinde yaşamaya devam ediyordu.
Bir yıl sonra Adapazarı’daki evin bahçesi çocuk sesleriyle doluydu. Leyla Türkçe öğrenmiş, dedesinin evinde koşuyor, oynuyordu. Sarah hamileydi. İkinci çocuklarını bekliyorlardı.
Ayşe artık sık sık geliyordu Zeynep’e. İki kadın beraber yemek yapıyor, Mehmet’i anıyor, torunları için planlar kuruyorlardı.
Emre hastaneden izin almış, Türkiye’de birkaç ay kalacaktı. Babasının mezarını düzenlemişti. Baştaşına “Sevgi Dolu Bir Baba ve Eş” yazdırmıştı.
O eski ambar artık çocuk oyun odasıydı. Leyla oraya dedesinin fotoğraflarını asmış, “Dedemin Odası” demişti.
Zeynep Hanım akşamları balkonda otururken 40 yıllık evliliğini düşünüyordu. Eksik değilmiş aslında. Sadece tamamlanmak için zaman beklemişti. Mehmet’in son mektubu cebinde taşıyordu hep. Bazen çıkarıp okuyordu: “Seni de sevdim Zeynep. Sadece farklı türde.” Artık anlıyordu bu cümleyi. Aşkın tek türü yoktu. Mehmet Ayşe’yi tutkuyla sevmişti. Onu ise huzurla sevmişti. İkisi de gerçekti. İkisi de değerliydi.
Telefonuna Sarah’tan mesaj geldi. Ultrason sonucu çıktı. Erkek çocuk olacak. İsmini Mehmet koymayı düşünüyorlardı.
Zeynep Hanım gülümsedi. Mehmet’in adı yaşayacaktı. Aşkları yaşayacaktı. Ailesi büyüyecekti. 40 yıllık kapının açılması sadece sırları ortaya çıkarmamıştı. Yeni bir başlangıcın kapısını açmıştı.