🕯️ Sofía’nın Son Umudu

Yağmur, gecenin sessizliğini acımasızca dövüyordu. Boş sokaklarda su birikintileri birikmişti, rüzgâr çatıları sarsıyor, gökyüzü öfkesini kusuyordu.
Küçük bir kız çıplak ayakla yürüyordu. İncecik elbisesi vücuduna yapışmış, soğuktan dudakları morarmıştı. Adı Sofía’ydı.
Ellerini yumruk yapmış, her kapıyı çalıyor, titreyen sesiyle aynı cümleyi tekrarlıyordu:
“Amca… kardeşlerim üşüyor… ne olur bir battaniye…”
Her kapı bir tokat gibi yüzüne kapanıyordu.
“Git buradan!” diyen öfkeli sesler, “Hiçbir şeyimiz yok!” diye bağıran kadınlar, hatta tehdit edenler…
Yağmurla karışan gözyaşları yanaklarından süzülüyordu, ama durmuyordu. Çünkü durursa, Ana sabaha çıkamayacaktı.
Küçük kardeşi Lucas beş yaşındaydı.
Ana ise sadece üç.
İki kardeş, karton ve bez parçalarından yapılmış derme çatma kulübede birbirine sarılıp titriyordu.
Ana ateşler içindeydi. Lucas onu ısıtmaya çalışıyor, ama kendi bedeni bile soğuktan taş kesilmişti.
Sofía, “Vazgeçemem,” diye fısıldadı kendi kendine.
Yağmurun altından yürüyerek bir sonraki evin önüne geldi.
İki katlı, ışıkları yanan bir konaktı. İçeriden sıcak yemek kokusu geliyordu.
Zile bastı.
Kapı açıldığında karşısında sabahlıklı, sert bakışlı bir kadın belirdi.
“Bu saatte ne istiyorsun?”
Sofía yutkundu, sesi titriyordu.
“Hanımefendi, affedersiniz… Kardeşlerim çok üşüyor. Bir battaniyeniz varsa…”
Kadının yüzü iğrenme doluydu.
“Yok. Defol git, yoksa güvenliği çağırırım.”
Kapı sertçe kapandı. Gök gürültüsüyle birlikte Sofía’nın yüreği de sarsıldı.
Ama ağlamadı. Artık ağlayacak zamanı yoktu.
Başını kaldırdı, yürümeye devam etti.
Bir, iki, üç…
Altı kapı çaldı.
Her seferinde aynı sonuç.
Bir çocuk, perdelerin ardından onu merakla izledi, ama annesi hemen çekip aldı.
Sofía’nın ayakları artık hissizleşmişti.
Sonunda sokağın sonunda, diğerlerinden çok daha farklı bir ev gördü.
Cam duvarlı, modern, ışıl ışıl bir ev.
Son şansı buydu.
Derin bir nefes aldı, titreyen parmağını zile uzattı.
Kapı açıldı.
Karşısında, beyaz saçlarının arasında gri teller beliren bir adam duruyordu. Üzerinde siyah bir gömlek, kolları sıvalı.
Yorgun ama dikkatli bir bakışı vardı.
Bir süre sessizce kıza baktı.
Küçük beden, sırılsıklam, morarmış dudaklar, boş ama gururlu gözler…
O an anladı: Bu çocuk sadaka istemiyordu. Hayatta kalmak istiyordu.
“Adın ne, küçük?”
“Sofía, efendim.”
Adam bir an durdu.
“Bekle burada,” dedi.
Sofía başını eğdi. Islak zeminde beklerken yağmur saçlarından damlıyordu.
Adam yukarı çıktı, dolaptan üç yeni battaniye aldı.
Aşağı indi, kapının önünde durdu.
Ama elindekileri hemen vermedi.
Sordu: “Nerede yaşıyorsun?”
Sofía yavaşça başını kaldırdı.
“Şuradaki arsada… çadırda… kardeşlerimle.”
Adamın kalbi sıkıştı.
“Bu havada mı?”
Sofía sadece başını salladı.
Adam montunu çıkardı, onun omzuna koydu.
“Giy bunu. Donacaksın.”
Sofía şaşkınlıkla baktı. Mont dev gibiydi, ama vücudunu sarınca biraz olsun ısındı.
“Teşekkür ederim, efendim. Şimdi gideyim. Beni bekliyorlar.”
Adam derin bir nefes aldı.
“Hayır,” dedi sessiz ama kararlı bir sesle.
“Ben de seninle geleceğim.”
Sofía geri çekildi, korkuyla, alışkın olmadığı bir iyilik karşısında afalladı.
“Gerek yok… sizi rahatsız etmek istemem.”
“Rahatsız değil. Kardeşin hasta, değil mi? O zaman gidelim.”
Birkaç dakika sonra, adam büyük bir şemsiye açtı, Sofía’yla birlikte karanlık sokağa doğru yürümeye başladı.
Yağmur, şemsiyenin kenarlarından süzülüyor, yollar balçığa dönüşüyordu.
Ama ilk defa, Sofía yalnız değildi.
İlk defa, biri onun yanında yürüyordu.
Arsanın ucundaki kulübeye vardıklarında adamın adımları yavaşladı.
Önlerinde, naylon ve tahtalardan yapılmış, rüzgârda sallanan bir baraka duruyordu.
Sofía eliyle kapıyı kaldırdı.
İçeriden öksürük sesleri geldi.
Lucas, kız kardeşini kollarına sarmış, onu ısıtmaya çalışıyordu.
Ana’nın cildi bembeyaz, dudakları mor, gözleri yarı kapalıydı.
Sofía hemen yanına koştu, montu onun üzerine örttü.
“Gitme, Ana… dayan…” diye fısıldadı.
Adam, diz çöküp elini çocuğun alnına koydu.
Ateş yakıyordu.
“Bu çocuk hastaneye gitmeli. Hemen.”
“Denemiştim,” dedi Sofía kısık bir sesle, “Ama belgelerimiz yok. Annem hastanede çalışırken kayboldu… Bizi kabul etmediler.”
Adam yumruklarını sıktı.
Bu soğuk sistemin kurbanı olan çocuklara öfkesi kendi sessizliğine yöneldi.
“Artık reddedemezler,” dedi kararlı bir sesle.
Küçük Ana’yı kucağına aldı.
“Gidiyoruz.”
Yolda, bazı insanlar pencerelerden baktı.
Kimisi alay etti, kimisi hor gördü.
Ama adamın gözleri yalnızca kucağındaki çocuğa odaklıydı.
Sofía ve Lucas arkasından koşuyordu.
Hastaneye vardıklarında, resepsiyondaki kadın başını bile kaldırmadan sordu:
“Velinin kimliği?”
Adam bağırdı:
“Bu çocuk ölmek üzere! Şimdi tedavi edin!”
“Kurallarımız var, beyefendi.”
Adam masaya yumruğunu vurdu.
“Eğer bu çocuk burada ölürse, bu hastaneyi yerle bir ederim!”
Kadın donakaldı.
Bir doktor sesleri duyup koştu.
“Onu hemen acile alın!” diye bağırdı.
Ve kapılar açıldı.
Sofía koşmak istedi, ama güvenlik onu durdurdu.
O sırada içeriye biri daha girdi.
Sofía’nın kalbi duracak gibi oldu.
“Ne yapıyorsun burada?!” diye bağıran, alkol kokan, dağınık bir adamdı — babası.
Adam öfkeyle Eduardo’ya (adamın adı) yöneldi.
“Sen kim oluyorsun ha?! Bu çocuklar benim!”
Sofía geriye çekildi, Lucas ağlamaya başladı.
Eduardo’nun sesi buz gibi çıktı:
“Eğer gerçekten babalarıysan, onları korurdun.”
Hastane sessizleşti.
Adam Sofía’nın kolunu sertçe tuttu.
Kız çığlık attı.
O anda Eduardo adamın elini yakaladı, bileğini sıktı.
“Bir daha onlara dokunursan… seni paramparça ederim.”
Güvenlik görevlileri gelip babayı dışarı çıkardı.
Kız, ilk defa, gerçekten biri tarafından korunmuştu.
Sonraki saatler sonsuz gibi geçti.
Hemşire geldi, “Küçük kızın ateşi düştü,” dedi.
Sofía’nın gözlerinden yaşlar süzüldü.
Eduardo, onları bekleme salonundaki bir koltuğa oturttu.
Montunu Lucas ve Sofía’nın üzerine örttü.
Kız usulca fısıldadı:
“Bizi bırakmayacaksınız, değil mi?”
Adam başını salladı.
“Hayır. Artık yalnız değilsiniz.”
Sabah olduğunda, yağmur dinmişti.
Ana hastanedeydi, iyiye gidiyordu.
Eduardo, iki kardeşi otelde kalacakları bir odaya götürdü.
Temiz yatak, sıcak yemek, kuru kıyafetler…
Lucas, yatağın kenarında oturup şaşkınlıkla battaniyeye dokundu.
Sofía sessizce ağladı — mutluluktan.
Günler geçti.
Ana iyileşti.
Eduardo her gün hastaneye geldi, sonra üç kardeşiyle birlikte kahvaltı etti.
Sofía ona “beyefendi” demekten vazgeçti, artık sadece “Eduardo amca” diyordu.
Bir gün, küçük Lucas cesaretle sordu:
“Amca, biz seninle kalabilir miyiz?”
Eduardo sustu.
Uzun süre düşündü, sonra gülümsedi:
“Elbette, oğlum. Hep birlikte kalacağız.”
Aylar geçti.
Evin duvarlarında artık kahkahalar yankılanıyordu.
Sessiz, soğuk konak şimdi yaşam doluydu.
Eduardo’nun hayatı değişmişti — para, başarı, yalnızlık artık hiçbir şey ifade etmiyordu.
Her şey, bir yağmurlu gecede, küçük bir kızın “Bir battaniye…” demesiyle başlamıştı.
Bazen kader, en büyük değişimi bir çocuğun sesiyle getirir.
Ve o ses, bir insanın kalbinde ömür boyu yankılanır.