Bir Kızın Cesareti: Mert Yalın’ın Fırtınadaki Mucizesi

Bir Kızın Cesareti: Mert Yalın’ın Fırtınadaki Mucizesi 

İstanbul’un gökyüzü o gün öfkeli bir deniz gibiydi. Boğaz’ın üzerini gri bulutlar sarmış, rüzgâr köprüleri zangır zangır titretiyordu. Şehrin kuzeyinden kara bulutlar ilerliyor, sanki Tanrı bile insanlara nefes almayı unutturmak istiyordu.

Levent’teki cam kulelerden birinin en üst katında, Türkiye’nin en genç milyarderlerinden biri olan Mert Yalın, elindeki dosyayı kapattı. Onun için hava, fırtına, yağmur, hiçbir şey önemli değildi. Tek derdi rakamlar, yatırımcılar, ve yeni birleşme anlaşmasıydı.

Ama o gün, dışarıda kopan fırtına sadece gökyüzünde değildi.

Mert’in sekreteri Pelin, yüzü solgun bir şekilde kapıyı çaldı.

“Beyefendi… Okul aradı. Fırtına çok şiddetlendi. Okuldaki veliler çocuklarını almaya başlamış.”

Mert, pencereye dönüp baktı.

“Tamam, şoför Thomas… yani, pardon, Tayfun gitsin. Range Rover’ı alsın, Emir’i getirsin. Battaniye de koyun arabaya.”

Pelin yutkundu.

“Tayfun köprüye kadar gidememiş efendim. Yollar su altında. Okuldan haber geldi… Emir ve birkaç öğrenci bahçedeki bilim projesi alanındaymış. Su yükselmiş. Öğretmenler çocuklarla birlikte küçük bir tepenin üstüne sığınmışlar ama orası da yavaş yavaş suya gömülüyor.”

Mert’in eli, masasındaki kalemliğe çarptı. Kalemler yere saçıldı.

“Ne demek bu? Emir orada mı?”

“Evet beyefendi. AFAD ekipleri yolda ama köprü geçit vermiyor. Helikopterler de kalkamıyor. Fırtına çok kötü…”

Mert, bir kelime bile etmeden paltosunu kaptı.

“Ben gidiyorum.”

“Ama efendim—”

“Bu defa beklemeyeceğim, Pelin. Bu defa hiçbir şeyi beklemeyeceğim.”

Asansör kapandığında, göğsünde üç yıldır bastıramadığı o acı tekrar kabardı. Eşi Selin, üç yıl önce bir trafik kazasında ölmüş; o kazada Emir belden aşağısını kaybetmişti. O günden beri Mert’in kalbi sanki betonun içinde donmuştu.

Ama şimdi oğlunu bir daha kaybetme korkusu o betonu paramparça etmişti.

Fırtına

Kemerburgaz’a vardığında yollar tanınmaz hâle gelmişti. Yağmur delice yağıyor, arabaların farları suyun içinde kayboluyordu. Mert arabayı kenara çekti, koşarak barikat kurmuş polislerin yanına geldi.

Bir memur ellerini kaldırdı.

“Beyefendi! İleri gitmek yasak! Akıntı çok güçlü.”

“Orada oğlum var!” diye bağırdı Mert.

“Beyefendi, sizi anlıyorum ama giremezsiniz. Kurtarma ekipleri yolda!”

Ama Mert’in kulağı o anda başka hiçbir şeyi duymuyordu. Gözleri uzaklarda, yükselen suyun ortasındaki minik bir tepeye takıldı. Orada 7-8 çocuk ve birkaç öğretmen birbirine sarılmış duruyordu.

Mert’in yüreği sıkıştı.

“Emir!”

Ama fırtına onun sesini yuttu.

Tam o anda, göz ucuyla bir hareket gördü. Sol tarafta, yağmurun perdesinin arkasında bir küçük kız belirdi. Üstündeki elbise lime limeydi. Ne montu vardı, ne şemsiyesi. İncecik kollarıyla rüzgâra direniyordu.

Polisler fark etmeden, o kız ayağındaki lastik terliklerle suya girdi.

“Dur, kızım! Oraya gidemezsin!” diye bağırdı biri.

Ama o çoktan suya dalmıştı.

Mert’in kalbi dondu. Yedi, bilemedin sekiz yaşında bir çocuk… böyle bir akıntıya karşı yüzüyordu!

Kızın adı Elif’ti. Onu kimse tanımıyordu. Sokakta yaşayan, anne babasız bir kızdı. Ama o anda, hiçbir korku, hiçbir yoksulluk, hiçbir mantık yoktu Elif’te. Sadece cesaret vardı.

Mert gözlerini kırpmadan izliyordu. Küçük bedeni suya dalıp çıkıyor, elleri sanki bir mucizeyi arar gibi suyu yarıyordu.

Kurtuluş

Elif sonunda tepeye ulaştı. Öğretmenler çığlık atarak ona el salladılar ama o durmadı. Hemen Emir’in yanına gitti.

Emir tekerlekli sandalyesindeydi, çamura saplanmış.

Elif, tüm gücüyle sandalyeyi itti ama su çok yükselmişti. Sonunda Emir’i sırtına aldı.

“Korkma,” dedi nefes nefese. “Ben seni çıkaracağım.”

O an, gökyüzü bir şimşekle yarıldı. Gürültü, dağları titretti. Ama Elif pes etmedi.

Mert o an bağırarak koştu.

“Dayan, kızım! Geliyorum!”

Su beline kadar çıkmıştı. Rüzgâr yüzüne kamçı gibi vuruyordu. Elif bir ara sendeledi, ama Emir’in “Dayan!” diye fısıldamasıyla tekrar kalktı.

Metreler, saniyeler, nefesler birbirine karıştı. Ve sonunda Mert onlara ulaştı.

Kollarını uzattı, oğlunu kavradı, suyun dışına çekti.

“Baba!” diye ağladı Emir.
“O beni kurtardı!”

Mert dönüp baktığında Elif, çamurun içine yığılmıştı. Paramedikler koştu, üstüne termal battaniyeler serdiler. Küçük kızın dişleri birbirine vuruyordu. Dudakları morarmıştı.

“Hipotermi!” diye bağırdı hemşirelerden biri. “Vücut ısısı çok düşük! Nabız zayıf!”

Mert dizlerinin üstüne çöktü.

“Hayır… Dayan küçük kahraman. Dayan…”

Küçük kız gözkapaklarını araladı. Gözleri karanlık, ama derin bir sıcaklıkla parlıyordu.

“Çocuk… iyi mi?” diye fısıldadı.

“Evet, iyi. Çok iyi. Senin sayende.”

Elif gülümsedi. Dudakları titredi. “O zaman… tamam,” dedi. Ve gözlerini kapattı.

Ambulans sirenleri gökyüzünü yardı.

Mert, oğlunu kollarında tutarken sadece tek bir şey söyledi:

“Onu bulacağız, Emir. Ne pahasına olursa olsun.”

Hastane

Üç saat sonra, İstanbul Grace Hastanesi’nin yoğun bakım koridorları Mert’in ayak sesleriyle yankılanıyordu.

Başhekim Dr. Selma Çetin yanına geldi.

“Mert Bey, oğlunuz Emir çok iyi. Hiçbir iç yaralanma yok. Ama kız…”

Mert’in nefesi kesildi.

“Ne olmuş kıza?”

“Ağır zatürre. En az bir haftadır hastaymış. Yağmurda o kadar kalmak… Mucize yaşıyor olması.”

“Onu görmek istiyorum.”

“Mert Bey, yoğun bakımda. Bilinci kapalı. Protokol—”

“O benim oğlumu kurtardı,” dedi Mert kararlı bir sesle. “Ona borçluyum.”

Doktor, bir an tereddüt etti. Sonra başını salladı.

“Oda 412. Sadece birkaç dakika.”

Elif, beyaz çarşaflar arasında küçücük görünüyordu. Üzerinde oksijen maskesi, kolunda serumlar, göğsünde monitör kabloları vardı. Ama yüzü, huzurluydu.

Emir, tekerlekli sandalyesiyle yaklaştı.

“Baba… Adını bile bilmiyoruz.”

“Öğreneceğiz, oğlum,” dedi Mert.

Günler geçti. Elif’in ateşi düşmedi. Mert her sabah iş yerine değil, hastaneye gidiyordu. Her akşam odasında oturup onunla konuşuyordu — sanki duyuyormuş gibi.

“Ben bir zamanlar dünyadaki her şeyi satın alabileceğimi sanıyordum,” dedi bir gece. “Ama bugün fark ettim… hayat, parayla değil, cesaretle ölçülüyor.”

“Senin kadar güçlü olmayı isterdim, Elif.”

Ertesi sabah, Mert odaya girdiğinde küçük bir ses duydu. Zayıf bir öksürük. Başını çevirdi.

Elif’in gözleri açıktı.

“Merhaba küçük kahraman,” dedi yumuşakça. “Hastanedesin. Artık güvendesin.”

Elif’in dudakları kıpırdadı.

“Çocuk… iyi mi?”

“Emir mi? Evet, o çok iyi. Hep senin hakkında konuşuyor.”

Elif’in gözlerinden yaşlar süzüldü. Ve o zayıf bedenden çıkan bir fısıltı, Mert’in kalbini paramparça etti:

“Ben… sadece… yardım etmek istedim.”

Bir Baba, İki Çocuk

Elif’in kimliği yoktu. Ne bir nüfus kaydı, ne bir adres. Sosyal hizmetler dosya açtı, ama sonuçsuz kaldı.

Bir sabah, sosyal hizmet görevlisi Leyla Hanım geldi.

“Bu küçük kızın kimsesi yok,” dedi. “İyileşirse çocuk esirgeme kurumuna gidecek.”

Mert masadaki evraklara baktı.

“Hayır. Gitmeyecek. Ben… onu evlat edinmek istiyorum.”

Leyla şaşırdı.

“Beyefendi, bu hemen olacak bir şey değil. Süreçler, incelemeler—”

“Benim zamanım var. Param da var. Ama en önemlisi, bir oğlum var. Emir onsuz uyuyamıyor.”

Leyla durdu.

“Neden?”

Mert gözlerini yere indirdi.

“Çünkü o küçük kız, fırtınanın ortasında bize inancı geri verdi. Ben üç yıldır sadece çalışıyordum. Ama o bana yeniden kalp verdi.”

Leyla’nın gözleri doldu.

“Peki ya Emir?”

“O zaten kardeşinin adını koydu bile,” dedi Mert gülümseyerek.
“Elif.”

Yeni Bir Sabah

Üç hafta sonra, İstanbul’da güneş doğduğunda, Mert’in Boğaz manzaralı evinin bahçesinde iki çocuk vardı.
Emir sandalyesinde, Elif yanında oturuyordu. Ellerinde oyuncak bir tekne vardı.

“Bak,” dedi Emir, “artık bu senin.”

“Hayır,” dedi Elif gülümseyerek. “Bizim.”

Mert, terastan onları izledi. Gözlerinde o eski boşluk yoktu artık.

“Selin,” diye fısıldadı gökyüzüne, “Senin yerini kimse alamaz. Ama belki… bu iki kalp birlikte benimkini iyileştirir.”

Rüzgâr hafifçe esti. Boğaz’ın sularında güneşin ışığı parladı.

Ve o an Mert, ilk defa üç yıldır unuttuğu bir şeyi hissetti: barış.

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News