DENİZ KIYISINDAKİ EV – Bölüm I

DENİZ KIYISINDAKİ EV – Bölüm I

Telefon

Telefon şafaktan hemen sonra çaldı.
Caroline Mercer güllerini buduyordu; o eski sabit hattın sesi bahçenin sessizliğini yardı. O telefonu yıllardır değiştirmemişti — çünkü o çınlama, geçmiş bir hayatın yankısını taşıyordu.

“Bayan Mercer?”
Sesteki sakinlik ürkütücüydü — insanların, bir başkasının dünyasını yıkmadan önce taktıkları o ölçülü ton.
“Ben David Lauren. Ben… oğlunuz Michael’ın avukatıyım.”

Caroline yavaşça doğruldu, elindeki makas titriyordu. Sabah sıradan görünüyordu: kuşlar ötüyor, kahvesinden hâlâ buhar yükseliyordu. Ama içinde bir şey buz kesmişti.

“Ne oldu?” diye sordu; kalbinin bir yanı cevabı zaten biliyordu.

“Bir kaza oldu,” dedi David. “Mendocino kıyılarında bir tekne kazası. Korkarım Michael ve eşi… kurtulamadılar.”

Makas elinden düşüp toprağa saplandı. Bir anlığına, yüzlerce kilometre öteden dalgaların sesi sanki telefondan geliyordu.

Arama bittiğinde, Caroline verandadaki merdivenlere oturdu. Ahize hâlâ elindeydi. Gülleri sabah rüzgârında sallanıyor, çiğ damlaları gözyaşı gibi parlıyordu.
Dünya durmadı — arabalar geçti, kuşlar ötmeye devam etti. Ama onun bildiği her şey sessizce içe çökmüştü.

Keder, sonradan öğrenecekti, bir fırtına gibi saldırmaz. Sızar. Derinin altına girer ve orada kalır, seni baştan yazar.


Zarf

Üç gün sonra Caroline, Portland’a gidip David Lauren’la buluştu. Ofis sedir ve yağmur kokuyordu — pahalı sessizlik.

Adam ona bir manila zarf uzattı; üzerine bir anahtar iliştirilmişti. Ön yüzündeki el yazısı Caroline’ın kalbini sıkıştırdı:

“Anneye.”

“Michael, Mendocino’daki mülkü size bırakmış,” dedi David. “Vasiyetinde açıkça belirtilmiş.”

Caroline kaşlarını çattı. “Hiç görmeme izin vermediği o evi mi?”

“Evet,” dedi adam. “Gitmenizi, orada her şeyi anlayacağınızı söylemiş.”

Ne anlamam gerekiyordu?
O soru eve kadar peşini bırakmadı. Gece boyunca mutfak masasında oturdu, anahtarı avucunda çevirdi — küçük, soğuk bir metal parçası; ama sanki bütün hayatı kadar ağırdı.

Beş yıldır oğlunun bahanelerini kabullenmişti: “Daha değil, anne, tadilat hâlâ bitmedi.”
Bayramlar gelip geçmiş, doğum günleri nezaket dolu telefonlarla sınırlı kalmıştı.
Belki Sophie’yle evliliğinden sonra fazla karıştığını düşünmüştü.

Ama şimdi o uzaklığın ardında başka bir amaç görüyordu — sessizliğe sarılmış bir sır.
Ve anahtar, o sırrı açmasını istiyordu.


Yolculuk

Güneş doğmadan yola çıktı.
Eski Subaru’su Pasifik Kıyı Otoyolu’nda mırıldanarak ilerliyordu; okyanus sonsuz bir gri-mavi şerit gibi uzanıyordu.
Sis, uçurumların üzerinden beyaz bir örtü gibi sürünüyordu ve yolun her virajı onu anılarına biraz daha yaklaştırıyordu.

On yaşındaki Michael’ı hatırladı — elinde bir deniz yıldızı, gözlerinde aynı keşif kıvılcımı.
“Umut, tükenmeyen tek şeydir anne,” demişti o gün.

Şimdi “umut” yabancı bir kelime gibiydi.

Radyoda çoğunlukla cızırtı vardı. Sonra bir caz istasyonu aradan süzülüp geldi. Caroline bir anlığına oğlunu o müziğin içinde hayal etti — gülüyor, çok hızlı sürüyor, onun eski tarzını alaya alıyordu.

Mendocino’ya vardığında bulutlar açılıyordu. Deniz, solgun güneşin altında gümüş gibi parlıyordu.
Ve o an evi gördü.

Beyaz duvarlar. Geniş cam pencereler.
Uçurumun kenarına yerleştirilmiş gibi — sanki dünyanın sonunu izliyordu.

Arabayı park etti. Hava tuz ve lavanta kokuyordu.
Hiç inşaat izi yoktu: ne çekiç sesi, ne iskele, ne boya kutusu. Sadece rüzgâr ve aşağıda dalgalar.

Kapıda durdu; anahtar elinde titriyordu. Sonra yavaşça çevirdi.
Kilit döndü. Kapı açıldı.


Ev

İçerisi soğuktu ve hafif bir kimyasal kokusu vardı — bir hastane koridorunun o keskin steril havası.
Adımları parlak zeminde yankılandı. Her şey pırıl pırıldı: mutfak tezgâhları, cam masalar, kusursuz hizalanmış beyaz koltuklar.

Bu bir ev değildi. Bu bir sahneydi — oyuncularını bekleyen bir sahne.

Koridordan ilerledi. Odalar kusursuzdu, neredeyse cansız. Derken bir kapı, düzeni bozuyordu.

Arkasında küçük bir hastane koğuşu vardı. Duvar boyunca altı dar yatak dizilmişti, makineler hâlâ hafifçe uğulduyordu. Serum askıları bekliyordu, monitörler yanıp sönüyordu.
Duvarlarda — çocuk çizimleri: mavi gökyüzü, gülen çöp adamlar. Köşelerde isimler: Emma. Jonah. Harper.

Caroline elini ağzına götürdü.
“Ne yaptın Michael?” diye fısıldadı.

Bir sonraki odada raflarda tıbbi dosyalar ve numaralı şişeler vardı. Bir dosyayı açtı — sekiz yaşlarında, başı kazınmış bir kız çocuğunun fotoğrafı. Adı: Grace.

Altında bir not:
Protokol 7 — %73 Pozitif Tepki.

Dizlerinin bağı çözüldü. Masanın kenarına oturdu, sayfaları çevirdi: tedavi kayıtları, ebeveyn imzaları, teşekkür mektupları.
Birinde şöyle yazıyordu:

“Dr. Mercer, Emma’ya bir yaz daha verdiğiniz için teşekkür ederiz. Söz verdiğimiz gibi sessiz kalacağız. Ne olursa olsun, bize umut verdiniz.”

Sessiz” kelimesi kalbine saplandı.
Bu sıradan bir klinik değildi.

Bu gizli bir klinikti.


Video

Alt çekmecede bir USB bellek buldu. Eller titreyerek bilgisayara taktı. Ekranda oğlunun yüzü belirdi — yaşlanmış, yorgun, uykusuz.

“Anne,” diye başladı yumuşak bir sesle. “Eğer bunu izliyorsan, işler planladığımız gibi gitmedi demektir.”

Etrafına baktı — Caroline’ın oturduğu aynı odaya.

“Burası sadece bir ev değil. Bu, kimsenin tedavi etmediği çocuklar için bir umut. Ama zamanımız tükeniyor. Onlara göz kulak olacağına söz ver. Beni kurtaramasan da, onları kurtar.”

Ekran karardı.

Caroline donakaldı; monitörde kendi yansımasına bakıyordu. Oğlu birkaç saniyeliğine oradaydı — sonra yeniden gitmişti.

Gözleri yaşla doldu. Cenazeden beri ilk kez ağladı — içine işlemiş bir acının derinlerinden gelen o boğucu hıçkırıklarla.

Oğlu ondan kaçmamıştı.
Onu koruyordu.


Ziyaretçiler

Ertesi sabah eldivenlerini taktı, eline bir not defteri aldı. Artık o evi anlamaya kararlıydı.
Her şey fazla düzenliydi — etiketli ilaçlar, pırıl pırıl zeminler, ters çevrilmiş kahve fincanları.
Biri buradan kaçmamıştı; bilinçli olarak ayrılmıştı.

Sis ağırlaştığında alt kata indi — laboratuvar. Cam tüplerle dolu soğuk bir oda, buzdolapları, ekipmanlar. Bir çekmece daha kilitliydi; aynı anahtar uydu.
İçeride fotoğraflar vardı — Michael ve Sophie’yle birlikte gülümseyen çocuklar. Bazıları iyileşmiş, bazıları balon tutuyordu.

Derken dışarıdan far ışıkları parladı.
Caroline dondu kaldı. Lastiklerin çakıl taşlarını ezdiği ses geldi. Sesler — üç kişi yaklaşıyordu.
Kapıda bir bip sesi — fark etmediği bir tuş takımı. Kapı açıldı.

“Merhaba?” dedi titreyen sesiyle.

Öndeki kadın irkildi. Üzerinde gri bir ceket, altında hastane forması vardı.

“Siz Caroline olsanız gerek,” dedi sessizce. “Michael’ın annesi.”

Arkasında stetoskoplu uzun bir adam ve tıbbi çanta taşıyan genç bir asistan duruyordu.

“Ben Dr. Lena Morales,” dedi kadın. “Bu Dr. James Porter, yanımızdaki Noah. Henüz kimsenin burada olmasını beklemiyorduk.”

Caroline’ın kalbi küt küt atıyordu.
“Burası neydi?” diye sordu.

Lena, James’le göz göze geldi.
“Bir sığınaktı,” dedi yumuşakça. “Resmî hastanelerin vazgeçtiği çocuklar için. Sigorta yoktu, siyaset yoktu.”

James ekledi: “Oğlunuz altmış üç çocuğun hayatını kurtardı, Bayan Mercer. Ama yetkililer buna ‘yasa dışı deney’ dedi.”

Caroline boş yataklara, çizimlere, suskun makinelerin yanıp sönen ışıklarına baktı.

“Yasa dışı mı?” diye fısıldadı. “Çocukları kurtarmak yasa dışı mıydı?”

Kimse cevap vermedi.

Lena derin bir nefes aldı.
“Hâlâ burada dört çocuk var,” dedi. “Laboratuvarın arkasındaki misafir evinde. Durumlarını sabit tutuyoruz ama Sophie’nin hazırladığı bileşik olmadan…” Sesi kısıldı. “Uzun süre dayanamayacaklar.”

Caroline elini titreyerek dudaklarına götürdü.
Buraya oğlunu anmak için gelmişti — ama onun savaşını miras almıştı.
Ve o savaş hâlâ bu duvarların içinde nefes alıyordu.


Karar

O gece, rüzgâr uçurum boyunca uluyordu.
Caroline uyuyamadı. Mutfak masasında oturdu — önünde dosyalar, mektuplar, notlar. Oğlunun hayatının parçaları, itiraflar gibi dağılmıştı.

Lena iki kahveyle yanına geldi.
“Burada uzun süre kalamayız,” dedi. “Mülk izlenirse hepsi gelirler — araştırma da, çocuklar da yok olur.”

Caroline başını kaldırdı; gözlerinde sert bir ışık parladı.
“O zaman beklemeyiz,” dedi. “Başladığını bitiririz.”

Lena sessiz kaldı, kadını dikkatle süzdü.
“Tıpkı oğlunuz gibisiniz.”

“Ben onun annesiyim,” dedi Caroline sade bir tonda. “O bunu yaşasın diye inşa etmedi.”

O anda, kadının içinde bir şey değişti. Onu oyup boşaltan keder, yerini kararlılığa bıraktı.

Ve uykuya daldığında, aşağıdaki okyanus artık yas tutan bir ses gibi değil, bir uyarı — ve bir vaat gibi uğulduyordu.

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News