DEREBAĞ’IN RÜZGÂRLARI

(Bir Anadolu Destanı – 1887)
Anadolu’nun güney dağlarında, sabah güneşi Kayalık Tepeler’in üzerinden doğarken Derebağ köyü yavaş yavaş uyanıyordu. Rüzgâr tozla, keçilerin sesi yankıyla, toprak dua ile karışıyordu. Toprak kurak, gökyüzü ise solgundu. Ama o sabah bir ses bütün sessizliği parçaladı: Cemal Karaoğlan’ın atının nal sesi.
Cemal, yıllar önce Yemen cephesinden dönmüş bir eski süvariydi. Yorgunluğu yüzüne işlemiş, elleri nasır tutmuş, gözleri deniz kadar karanlık bir adam. O, savaşın gölgesinde kalan bir kahramandı. Artık sadece keçilerine, yalnızlığına ve geçmişine sığınıyordu.
Ama o sabah yalnız dönmedi. Atının eyerinde genç bir kadın yatıyordu — Elif Yalın. İstanbul’dan yeni atanmış köy öğretmeni. Elbisesi toz içindeydi, bileği şişmiş, yüzü bembeyazdı. Kadını caminin önüne indirdiğinde köylüler etrafına toplandı.
“Yılan ısırdı!” diye bağırdı Cemal.
Kadın bilincini kaybetmek üzereydi. Dudakları aralandı, “Su… lütfen…” diye fısıldadı.
Köyde doktor yoktu. En yakın hekim üç gün uzaktaydı. Cemal bir an bile düşünmedi. Hançerini ateşte kızdırdı, Elif’in bacağını dizinin altına kadar sıyırdı, yaranın üzerine haç şeklinde bir kesik attı. Kadın inledi ama bayılmadı. Cemal zehri ağzına aldı, toprağa tükürdü, tekrar emdi. Kendi canını hiçe sayarak.
Köylüler korkuyla geri çekildi. Ama birkaç dakika sonra Elif’in nefesi düzeldi, alnında ter damlaları belirdi. Cemal derin bir nefes aldı.
“Yaşayacak,” dedi sadece.
O an, iki kader birbirine değdi — biri savaşın küllerinden, diğeri şehirlerin kalabalığından gelmişti.
Cemal kadını dağ yamacındaki evine taşıdı. Evin içi sade, duvarları taş, kokusu nane ve ateşti. Gecenin ilerleyen saatlerinde, dışarıda kurtlar ulurken, Cemal kadının yarasına kendi topladığı bitkilerden merhem sürdü. Elif ateşler içinde sayıklıyordu; “İstanbul… kitaplarım…” diye mırıldandı.
Cemal, sessizce başını eğdi. “Artık İstanbul uzakta, hanımefendi. Burası Derebağ.”
Ertesi sabah, güneş evin içine vurduğunda Elif’in gözleri açıldı. Pencereden bakan ilk şey, dağların üzerine çökmüş mor bir sis ve Cemal’in kahverengi gözleriydi.
“Siz…” dedi kısık sesle.
“Cemal Karaoğlan. Sizi köyün dışından getirdim.”
Elif oturmaya çalıştı ama Cemal onu durdurdu.
“Henüz ayağa kalkmayın. Zehir hâlâ içerde olabilir.”
Kadın gülümsedi. “Hayatımı kurtardınız.”
“Hayat… kurtarmak kolay değildir. Yaşamak daha zordur.”
Göz göze geldiler. O an ikisi de bir şeyi fark etti: Bu topraklarda hayat bir mücadeleydi. Ama bazen bir yabancının nefesi, kaderi değiştirirdi.
Günler geçti. Elif iyileşmeye başladı. Cemal her sabah dağdan ot toplayıp getirdi, merhem yaptı, ateşi yakıp çay demledi. Elif çocuklar için kitaplarını açar, onlara okumayı öğretmekten bahsederdi.
“Buradaki çocuklar da yazmayı öğrenmeli,” dedi. “Okuma bilmeyen bir köy, karanlık bir gecedir.”
Cemal sessizce onu dinledi.
“Burada gece uzun sürer, öğretmen hanım.”
Ama onun içindeki karanlık, Elif’in gülüşüyle hafiflemeye başlamıştı.
Bir sabah köy meydanına atlılar geldi. Önlerinde toz bulutu, arkalarında korku. Başlarında Rıza Efendi — bölgenin kaymakamı.
“Bu köyde Yörükler su kaynağını gasp etmiş,” dedi. “Bize isyan edenler var.”
Cemal kaşlarını çattı.
“Yörükler yıllardır bu toprakta yaşıyor. Kimseye saldırmazlar.”
Rıza Efendi sertçe güldü.
“Sen hâlâ eski asker misali konuşuyorsun, Cemal. Artık düzen değişti. Altın arayan tüccarlar geldi, maden açılacak.”
Elif şaşırdı.
“Peki o zaman köylülerin suyu ne olacak?”
“Devletin işi. Siz sadece ders verin, hanımefendi.”
Ama o gece Rıza Efendi’nin adamları gizlice dereye zehir attı. Balıklar öldü, su bulanıklaştı. Sabah Yörük çadırları öfke içindeydi.
Tarkan Bey, kabile lideri, Cemal’in eski dostuydu.
“Bu ihaneti yapanı bulmazsanız, biz buluruz!” diye haykırdı.
Cemal hakikati biliyordu ama kanıtı yoktu. Elif ise köy çocuklarını korumak için dua ediyordu.
“Kan davası çıkarsa herkes ölür,” dedi.
“Bazen barış için savaşmak gerekir,” diye cevapladı Cemal.
Ertesi gün, Cemal ve Elif gizlice Rıza Efendi’nin konağına girdi. Karanlıkta bir fenerle dolapları ararken bir şişe buldular: üzerinde “Cıva – madeni kullanım içindir” yazıyordu.
Elif titredi.
“İşte bu. Zehir bu.”
Ama tam o anda Alihan — kaymakamın silahşoru — içeri girdi. Silahını doğrulttu.
“Çok meraklısınız, öğretmen hanım.”
Cemal bir hareketle lambayı söndürdü, karanlıkta kavga çıktı. Kurşunlar duvarlara çarptı. Elif bir taşla Alihan’ın eline vurdu, silah düştü. Cemal onu etkisiz hale getirdi.
“Rıza Efendi’nin düzeni bitecek,” dedi Cemal.
Ertesi gün Yörük kampına doğru yola çıktılar. Ellerinde şişe ve kanıt vardı.
Tarkan Bey onları gördü, kılıcını çekti.
“Su zehirlendi, bizimle alay mı ediyorsunuz?”
Elif öne çıktı, sesi kararlıydı.
“Bunu sizin düşmanlarınız yaptı. Kaymakam sizi birbirinize düşürmek istiyor.”
Tarkan Bey uzun süre sustu, sonra şişeye baktı.
“Bu devletin işi olamaz. Ama seni dinleyeceğim, öğretmen. Gözlerin yalan söylemiyor.”
Cemal içini çekti.
“Birlik olmazsak hepimiz ölürüz. Bu toprak hepimizin.”
O gece rüzgâr sert esti, yıldızlar donuktu. Köy ve Yörükler birleşti. Kadınlar su taşıdı, erkekler siper kazdı. Rıza Efendi’nin paralı askerleri sabah baskın verecekti.
Elif, Cemal’in yanına geldi.
“Ben de kalacağım. Çocuklar korkmasın diye.”
“Senin yerin burada değil, Elif.”
“Artık her yer benim yerim. Bu köy benim okul kitabım.”
Cemal gözlerini ona çevirdi.
“Cesaretin… bana kardeşimi hatırlatıyor.”
“Kardeşin nasıl öldü?”
“Bir kadını korurken. Bir Yörük kadını. O yüzden savaşa lanet ettim.”
Elif elini uzattı.
“Belki o kadının ruhu şimdi bizi izliyordur. Barış için ölmedi, yaşamak için savaştı.”
Cemal başını eğdi.
“Senin yanında ölmekten korkmam.”
“O zaman birlikte yaşayalım,” dedi Elif.
Şafakla birlikte silah sesleri başladı. Dağ yankılandı. Cemal’in tüfeği ardı ardına patladı, Yörükler atlarına bindi, köylüler tırpanlarını silah gibi kullandı.
Elif çocukları camiye topladı, dua etti, yaralılara pansuman yaptı.
Bir kurşun Cemal’in omzunu sıyırdı ama o geri çekilmedi.
Rıza Efendi kaçmaya çalışırken Cemal onu yakaladı.
“Bu toprak senin malın değil,” dedi.
Kaymakam titreyen sesiyle cevap verdi:
“Ben devleti temsil ediyorum!”
“Sen sadece açgözlülüğü temsil ediyorsun.”
Bir el silah sesi yankılandı. Alihan, yaralı halde, son bir kurşun sıktı — ama hedefini şaşırdı. Cemal’in yerine Rıza Efendi’yi vurdu.
Savaş bitmişti. Sessizlik çöktü.
Güneş doğarken, Elif elini Cemal’in omzuna koydu.
“Bitti.”
“Hayır. Barış ancak başladığında biter.”
Günler sonra, Derebağ yeniden doğdu. Yörüklerle köylüler birlikte çalıştı, yeni bir su kanalı açıldı. Çocuklar okulda Elif’ten harfleri, Cemal’den cesareti öğrendi.
Bahar geldiğinde köy meydanında bir festival yapıldı. Halaylar çekildi, davullar çaldı, ateşler yakıldı. Elif beyaz bir elbise giydi, Cemal sade bir ceket.
“Müdür bey olmasanız da benim kahramanımsınız,” dedi Elif.
“Benim kahramanım sensin,” dedi Cemal.
O an rüzgâr esti, fenerler sallandı, yıldızlar parladı. İnsanlar dans ederken Elif’in sesi Cemal’in kulağında yankılandı:
“Hayat kurtardın, Cemal.”
“Hayat seninle başladı, Elif.”
Aylar sonra uzak bir şehirden bir mektup geldi. Elif’in ailesi onu geri çağırıyordu.
“İstanbul seni bekliyor. Servetin, geleceğin orada.”
Elif kağıdı uzun süre elinde tuttu, sonra yavaşça yırttı.
“Benim servetim buradaki çocukların gülüşü. Benim geleceğim bu dağların rüzgârında.”
Cemal ona baktı, gözlerinde yılların yalnızlığı eridi.
“Elif… sen geldiğinden beri Derebağ artık sessiz değil.”
Elif gülümsedi.
“Senin kalbin konuşuyor artık.”
O yaz akşamında, Derebağ’ın üstünden geçen rüzgâr bir efsaneyi taşıdı. İnsanlar hâlâ anlatır:
Bir öğretmen geldi, bir asker yeniden doğdu.
Ateşle su birleşti, kanla dua barıştı.
Ve o rüzgâr hâlâ her sabah dağların arasından geçerken, köylüler fısıldar:
“Cemal Karaoğlan ve Elif Yalın — aşklarıyla bir köyü kurtardılar.”
✨ Sonu değil — çünkü Anadolu’da aşk, toprağın kendisi gibi; her bahar yeniden filizlenir.