Dokuz Dilde Adalet

Dokuz Dilde Adalet

Paris Adliyesi’nin taş duvarlarının arasında, ağır bir sessizlik asılıydı.
Bir pencerenin ardında, gri gökyüzü sanki şehri yutmaya hazırlanıyordu.
Salondaki herkesin nefesi aynı ağırlığı taşıyordu: yargının, önyargının, kibirin ağırlığını.

Hakim Dupont sandalyesine geriye yaslanmış, gözlüğünü burnunun ucuna indirip dosyaya baktı. Kaşlarının arasında bir çizgi belirdi; ne yorgunluktu bu ne de adaletin ciddiyeti.
Bu, küçümsemenin çizgisiydi.

“Bir de dokuz dil konuştuğunu söylüyor,” dedi alayla. “Komik. Senin gibiler Fransızca’yı bile zor konuşur. Ama ne yapalım, hayal kurmak bedava.”

Salondaki birkaç kişi kıkırdadı.
Aminata Diarra, başını dik tuttu. Esmer teni mahkeme ışıkları altında parlıyordu. Ellerindeki kelepçelerden çıkan metal sesi, yargıcın sesinden daha gerçekti.
Gözleri bir an bile kaçmadı.

Yargıç dosyayı kapattı. “Hırsızlık, saldırı, direniş… hep aynı hikâye. Her hafta biri gelir, ‘masumum’ der. Ama sen… sen daha da ilginçsin.”
Kısa bir duraklama.
Sonra o cümle geldi, bir bıçak gibi havayı yardı:
“Bir de üstüne burnu havada bir siyah…”

Kesişen Yollar

Oysa iki gün önce, her şey sıradandı.
Saat akşam sekize geliyordu.
Aminata, Paris’in on sekizinci bölgesindeki küçük bir halk kütüphanesinden çıkıyordu.
Günün yorgunluğu omuzlarına çökmüştü ama kulaklıklarında dinlediği Almanca bir podcast ona iyi geliyordu.
Kendine söz vermişti: “Her gün yeni bir kelime.”
Her kelime, zincirlerden bir adım uzaklaşmak demekti.

Bir köşe döndü, o anda gördü onları.
İki polis, sigara içiyor, birbirlerine gülüyordu.
Biri onu fark etti. Bakışı bir anlığına kaydı, sonra yüzünde tanıdık bir ifade belirdi: şüpheyle karışık üstünlük.

“Hey, kara! Bu saatte burada ne işin var?”
Aminata kulaklığını çıkardı, kibarca cevap verdi:
“Eve gidiyorum.”
“Eve mi? Kimin evi? Göstereyim mi sana karakol nerede?”

Sözler hızlıydı, öfke hazırdı.
Elini uzattı, kimlik istedi.
Aminata nedenini sordu.
Cevap, bir itiş oldu.
Sonra biri bileğini tuttu, diğeri arkasına geçti.
“Sorular sormayacaksın,” dedi biri.
Dizinin ağırlığı sırtına bastı.
Yerdeydi artık.
Sokak lambasının ışığı kaldırımdaki yağmur damlalarında kırılıyor, bir yandan da bir kadın bağırıyordu: “Yeter!”
Ama kimse duymadı.

Duruşma

Ve şimdi, burada.
Adaletin sarayı dedikleri bu soğuk salonda, Aminata’nın sesi yankılanmıyordu.
Her şey hazırlanmıştı: polis raporları, sahte ifadeler, ilgisiz bir avukat.
Bir oyun oynanıyordu, senaryosu belliydi.

Yargıç gülümsedi. “Fransızca anlamıyor musun yoksa? İstersen kendi dilinde anlat.”
Aminata’nın elleri titremedi.
“Benim dilim,” dedi sakin bir sesle, “insanlığın dili.”

Bir uğultu yayıldı.
Yargıç masasını yumrukladı. “Burada slogan atma! Burada hikâye anlatma!”
“Beni dinlemeniz yeterli olurdu,” diye fısıldadı Aminata.

Bir anda sessizlik oldu.
Sonra o kelimeler döküldü dudaklarından, net, ölçülü:
“O gece eve gidiyordum. Kimseye saldırmadım. Kimseye karşı gelmedim. Kameraları izleyin. Köşe başında bir tane var. Her şeyi görebilirsiniz.”

“Yeter!” diye bağırdı yargıç.
Ama Aminata susmadı.
“Siz adalet istiyorsunuz, ben sadece hakkımı.”

Gurur ve Ses

Salonda herkes donmuştu.
Yargıç, dosyayı eline aldı, ama artık kelimeler bulanıktı.
Kendini toparlamak isterken, dudaklarının kenarı gerildi.
“Demek öyle… Gururlu bir mahkûm. Güzel. Ama bana öyle dik dik bakma. Senin gibiler hep aynı sonu yaşar.”

Aminata başını eğmedi.
“Sizin gibiler de hep aynı hatayı yapar,” dedi sessizce.

Hakim ayağa kalktı.
“Ne dedin?”
Aminata ileri bir adım attı, kelepçeler hafifçe çınladı.
“Dedim ki… benim kim olduğumu bilmiyorsunuz.”
“Gayet iyi biliyorum. Suçlusun.”
“Hayır,” dedi o, gözlerinin derinliğinde bir kıvılcım yanarak.
“Ben dokuz dil konuşuyorum. Ama burada, hiçbir kelime yeterli olmuyor, değil mi?”

Salonda nefesler kesildi.
Yargıç bir an durdu.
“Ne dedin sen?”
Aminata tekrarladı:
“Dokuz dil konuşuyorum, Bay Yargıç. Fransızca, İngilizce, Almanca, Arapça, İtalyanca, Portekizce, İspanyolca, Rusça ve Wolof.
İsterseniz başka bir dil seçin, belki orada insan olduğumu anlarsınız.”

Sessizliğin Çöküşü

O an, kimse hareket etmedi.
Sekreterin eli kalem üzerinde dondu.
Polisler başlarını eğdi.
Yargıç ilk kez ne söyleyeceğini bilemedi.

Aminata devam etti:
“Benim annem ve babam göçmendi.
Ofis temizlediler, çamaşır yıkadılar, çocuğunu okutmak için sabahlara kadar çalıştılar.
Ben okumayı sevdim.
Siz bana ‘kara’ diyorsunuz ama benim karanlığım cehalet değil.
Sizin önyargınız o kadar kalın ki, ışık bile geçmiyor.”

Hakim ayağa kalktı, sesi titriyordu.
“Bu mahkemede bana ders veremezsin.”
“Ben kimseye ders vermiyorum,” dedi Aminata.
“Sadece konuşuyorum. Çünkü artık susmayacağım.”

Birden İngilizceye geçti:

“I’m here because men like you can’t stand the idea of a Black woman being smarter than them.”
(“Buradayım çünkü sizin gibiler, bir siyah kadının sizden daha zeki olma fikrine tahammül edemiyor.”)

Sözler, salonun duvarlarında yankılandı.
Bir gazetecinin mikrofon ışığı yandı.
Kameralar dönüyordu.

Yargıç dondu kaldı.
Yutkundu, sonra gülmeye çalıştı.
“Vay canına… Demek gerçekten biliyorsun. Peki ya Almanca? Orada da kahraman mısın?”

Aminata’nın yüzü değişmedi.
Sadece hafifçe başını salladı ve dedi ki:

“Ich halte mich nicht für besser. Ich kämpfe nur dafür, wie ein Mensch behandelt zu werden.”
(“Kendimi üstün görmüyorum. Sadece bir insan gibi muamele görmek için savaşıyorum.”)

Sesi kararlıydı, netti, kusursuzdu.
Salondaki herkesin bakışı yerdeydi artık.
Çünkü artık mesele bir suçlama değil, bir ayna olmuştu.

Kırılan Zincir

Hakim Dupont dosyayı kapattı.
“Yeter,” dedi kısık sesle. “Bu duruşmaya ara veriyorum.”
Ama sesindeki güç kaybolmuştu.
Kendisi bile fark etmeden, bakışlarını kaçırmıştı.
Aminata başını çevirmedi.
O zaten kazanmıştı.
Cümlelerle değil, onuruyla.

Dışarıda gazeteciler, kameralar, tweet’ler…
Dakikalar içinde bir video yayıldı:

“Genç siyah kadın dokuz dil konuşuyor, ırkçı hakimi susturuyor.”
Binlerce paylaşım, milyonlarca izlenme.
#AminataDiarra artık bir isimden fazlasıydı.

Ama o, eve döndüğünde hiçbir kutlama yapmadı.
Küçük odasında kitaplarını dizdi, pencereden dışarı baktı.
Paris ışıkları uzaktan bile soğuktu.
Raflardan birini açtı, içinden eski bir defter çıkardı: “Rusça Notlar.”
Bir sayfa çevirdi, kalemi eline aldı.
Ve yazdı:

“Beni susturdular. Ama sadece bir kez. Bir daha asla.”

Sonuç

Üç hafta sonra, dava düşürüldü.
Polislerin ifadelerinde tutarsızlıklar bulundu.
Avukat görevden alındı.
Hakim “süresiz izin” istedi.
Ama Aminata, bir daha o salona dönmedi.

Çünkü adalet bazen kağıtlarda değil, kelimelerde bulunurdu.
Ve o, kendi adaletini zaten ilan etmişti.

Aylar geçti.
Bir sabah posta kutusuna bir mektup geldi.
Marsilya’dan, genç bir kızdan:

“Senin videonu öğretmenim sınıfta gösterdi.
Ben de göçmen bir ailenin kızıyım.
Beş dil biliyorum ama hiç söyleyemedim.
Ta ki seni görene kadar.”

Aminata mektubu katladı, dudaklarında küçük bir gülümseme belirdi.
Bir damla gözyaşı süzüldü yanağından — ama bu kez öfke değil, umut taşıyordu.

Çünkü bazen bir kelime, bir zinciri kırmaya yeterdi.
Bazen bir ses, dünyayı sarsardı.
Ve Aminata Diarra artık sadece bir isim değil, bir yankıydı.

Adalet saraylarının taş duvarları o yankıyı susturamadı.
Çünkü o, dokuz dilde de aynı şeyi söylüyordu:

“Ben buradayım. Ve ben susmayacağım.”

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News