Görünmez Kadın
Benim adım Rosa Hernández. Kırk iki yaşındayım ve ömrümün yarısını başkalarının evlerini temizleyerek geçirdim. Ellerim çamaşır suyuyla sertleşmiş, dizlerim fayanslardan yara bere içinde, sırtımsa sahip olmadığım evlerin her köşesini ezbere bilir hâle gelmişti. Şehrin zengin semtlerinde yürürken kimsenin bana baktığını hissetmezdim; ben onlar için sadece bir gölgeydim — bulaşıkları yıkayıp sabah olmadan kaybolan bir gölge.
Ama bir gün o görünmezliğin benim en büyük gücüm olacağını hiç düşünmemiştim.
Her şey, gri bir mart sabahı başladı. O gün Morales ailesinin malikânesine, Mexico City’nin en lüks semti olan Lomas de Chapultepec’e gittim. Bahçede palmiyeler, pembe taşlı bir çeşme, Avrupa müzelerini andıran sütunlar vardı. Ev sanki sessizliğin içinde yankılanıyordu.
Kapıyı açan kişi, evin sahibi Eduardo Morales’ti — ellili yaşlarında, düzgün giyimli, yorgun ama kibar bir adam. Bana elini uzattı. “Lucía seni çok övdü, Rosa María,” dedi. “Annem yaşlı, yardıma ihtiyacı var. Ona hem bakan hem arkadaş olacak birine.”
“Ben yaparım, beyim,” dedim. “Sadece temizlik değil, insanla ilgilenmekten de anlarım.”
O gün işe başladım.
Eduardo’nun annesi Doña Esperanza, seksen üç yaşındaydı. Artrit yüzünden elleri bükülmüştü, bastonla yürüyordu. Ama gözlerinde bambaşka bir hastalık vardı: yalnızlık. Onun yanına oturup sessizce konuştuğumda yüzündeki çizgiler bile yumuşardı. Bana eski günlerini, gençliğinde dans ettiği baloları, rahmetli kocasının kahkahasını anlatırdı. Ben de onu güldürmeye çalışırdım. Günler geçtikçe, sanki o yaşlı ev yeniden nefes almaya başlamıştı.
Eduardo bana sık sık teşekkür ederdi. “Annem yıllardır böyle gülmemişti,” derdi.
Benim içinse bu iş sadece bir maaş değildi. Yoksul bir kadının, başkalarının dünyasında bir parça sevgi bulduğu nadir anlardandı.
Her şey o kadın eve gelene kadar.
Bir cuma günü, Eduardo erken geldi. Yanında uzun boylu, sarı saçlı, gözleri buz gibi yeşil bir kadın vardı: Valeria Sandoval. Üzerinde pahalı kıyafetler, elinde marka bir çanta… Ama en çok dikkatimi çeken, bana baktığında yüzünde beliren küçümseme oldu.
“Eduardo, bu mu yeni hizmetçin?” dedi.
“Valeria,” diye karşılık verdi Eduardo, biraz utanarak. “Bu Rosa. Anneme bakıyor.”
Kadın gülümsedi, ama gözleri gülmedi. “Umarım yerini bilirsin, Rosa. Bu evde bazı şeyler değişecek.”
O günden sonra evin havası değişti. Valeria sık sık gelmeye başladı. Emirler veriyor, eşyaları değiştiriyor, bana hor gözle bakıyordu. Ama en kötüsü, Doña Esperanza’ya olan tavrıydı. Onun yanında tatlı dilli, oğlunun yokluğunda ise buz kesen bir yüzü vardı. Yaşlı kadına, “Yakında senin için bir huzurevi buluruz,” derken sesindeki zehri hissedebiliyordum.
Bir gün, Valeria’yı telefonla konuşurken duydum. Sesinde öyle bir soğukluk vardı ki damarlarımdaki kan çekildi:
“Merak etme, Mauricio,” diyordu. “Yaşlı kadın zaten yarı ölü. Biraz sabır… Eduardo her şeyi bana bırakacak. Mirasın kontrolü bizde olacak. Belki de biraz hızlandırırız süreci, ha?”
O an ne duyduğuma inanamadım. O kadın, yaşlı kadını öldürmeyi planlıyordu.
Ertesi sabah Valeria mutfağa geldi. “Bugün teyzeciğime özel bir bitki çayı yaptım,” dedi, elindeki poşeti göstererek.
“Ben hazırlayayım,” dedim.
“Hayır,” diye sertçe karşılık verdi. “Ben yapacağım.”
O karışımın içine gri bir toz döktüğünü gördüm. Gözlerimi ayırmadan izledim ama ses etmedim. Çayı yukarı çıkardı. On dakika sonra, Doña Esperanza acı içinde kıvranıyordu. “Rosa,” dedi zor nefes alarak, “o çay beni mahvetti…”
Hemen doktoru aradım. Zehirlenmeye benziyordu. Doktor geldi, “Bazı bitkiler tehlikelidir,” dedi, “bir daha kimse ona ilaç vermesin.” Ama ben biliyordum: bu bir kaza değildi.
O gece çöp kutusunu karıştırıp küçük bir poşet buldum. İçinde kalan tozları sakladım. Bu, elimdeki ilk kanıttı.
Valeria gitgide daha sık gelmeye başladı. Eduardo ona tamamen körü körüne inanıyordu. “Yakında evleneceğiz,” dedi bir akşam.
Doña Esperanza sessizce ağladı. “Oğlum, bu kadın seni mahvedecek,” diyebildi. Ama Eduardo dinlemedi.
Bir gece, yukarıdan bir gürültü duydum. Koşup baktığımda, yaşlı kadın yerdeydi, bacağını tutuyordu. Başında Valeria duruyordu — soğuk bir yüzle.
“Kaydı, düştü,” dedi.
“Yalan söylüyorsunuz! Onu siz ittin!” diye bağırdım.
Valeria yaklaşıp kulağıma fısıldadı: “Kim sana inanır ki? Sen sadece bir hizmetçisin.”
O anda anladım ki bu kadın gerçek bir canavardı.
Doña Esperanza hastaneye kaldırıldı. Kalçası kırılmıştı. Günlerce tedavi gördü, ama Valeria orada da rolünü oynadı — “fedakâr gelin” maskesiyle.
Benim içinse artık geri dönüş yoktu. Kanıt bulmalıydım.
Bir gün gizlice Eduardo’nun çalışma odasına girdim. Masasında bir vasiyetname buldum. Okudukça her şey netleşti: Doña Esperanza, tüm mirasını sadece oğluna bırakmıştı. Ve orada açıkça yazıyordu:
“Eduardo evlenirse, eşi bu mirastan pay alamaz.”
Valeria bunu biliyordu. Bu yüzden yaşlı kadının ölmesini istiyordu — düğünden önce.
O dosyanın arasında yaşlı kadının el yazısıyla yazılmış bir mektup buldum:
“Oğlum, eğer bu mektubu okuyorsan, ben artık hayatta değilim. Valeria seni sevmiyor. O sadece paranın peşinde. Eğer bana bir şey olursa, Rosa’ya güven. O doğruyu görecektir.”
Gözyaşlarım mektuba düştü. Artık elimde hem mektup hem de o gri toz vardı.
Ama yeterli değildi. Onun suçunu kanıtlayacak bir ses lazımdı.
Küçük bir dijital kayıt cihazı aldım. Oturma odasına gizledim. Günlerce sessizce kaydettim.
Ve sonunda, bir akşam, Valeria yine o “Mauricio” denen adamla konuşurken tuzağa düştü.
“Merak etme, düğünde her şey bitecek,” diyordu. “Yaşlı kadına özel içkisini vereceğim. Kalp krizi gibi görünecek. Sonra Eduardo benim olacak. İki yıl sonra boşanır, servetin yarısını alırız. Tıpkı Guadalajara’daki o aptal adam gibi.”
Elimde artık her şeyin itirafı vardı.
Kayıtları çoğalttım, biri telefonda, biri bellekte, biri de e-posta hesabımda. Sonra bekledim.
Düğün günü geldiğinde, ev ışıl ışıldı, gazeteciler, iş adamları, pahalı elbiseler… ama o ışıltının altında bir felaket gizleniyordu.
Doña Esperanza tekerlekli sandalyesinde sessizce oturuyordu. Elini tuttum. “Bugün adalet yerini bulacak,” dedim.
Tören başladı. Valeria beyaz elbisesiyle bir prenses gibi süzülüyordu.
Brindis zamanı geldiğinde, ben sahneye çıktım.
“Bir dakika lütfen,” dedim. “Belki garip gelecek ama bu evde duymanız gereken bir şey var.”
Telefonumu ses sistemine bağladım.
Ve Valeria’nın kendi sesi yankılandı:
“Düğünde özel içkisini vereceğim. Kalp krizi gibi olacak. Sonra servet bizim…”
Salon dondu. Eduardo’nun yüzü bembeyaz kesildi. Valeria bağırdı:
“Bu bir montaj! Yalan söylüyor!”
Ben elimdeki dosyayı gösterdim: laboratuvar raporu, jeringadaki zehirin analizi, yaşlı kadının mektubu…
“Bu insülini siz getirdiniz,” dedim. “Bu kadın kendi sözleriyle her şeyi itiraf etti.”
Polis çağrıldı. Valeria tutuklandı, birlikte çalıştığı adam da yakalandı. Eduardo yüzüğünü çıkarıp masaya bıraktı.
“Bu evlilik burada bitiyor,” dedi, gözlerinden yaşlar süzülürken.
Annesinin yanına çöktü. “Affet beni, anne. Gerçeği göremedim.”
Yaşlı kadın oğlunun saçını okşadı. “Artık gördün, oğlum. Bu yeter.”
Haftalar geçti. Skandal ülkenin gündemine oturdu. Valeria, cinayete teşebbüsten yargılandı.
Eduardo işine döndü ama annesinin yanından hiç ayrılmadı.
Bir gün beni çalışma odasına çağırdı.
“Rosa,” dedi. “Sen olmasaydın annem çoktan ölürdü. Sana minnettarım. Bu ev artık senin de evin. Ayrıca bir burs ayarladım; istersen okulu bitirip hemşire ol.”
Sözleri karşısında boğazım düğümlendi.
Ben sadece doğru olanı yapmıştım.
Ama o gün ilk kez, biri bana görünür olduğumu hissettirdi.
Şimdi, Doña Esperanza’yla her sabah bahçede oturuyoruz. Mor jakaranda çiçekleri başımızın üzerine dökülürken, o bana “kızım” diyor.
Ben hâlâ çayını hazırlıyorum, kitap okurken uyukladığında üzerini örtüyorum.
Ama artık biliyorum: görünmez olmak bir lanet değilmiş.
Görünmezlik bazen, gerçeği en net görebilme gücüdür.