Karaca Ahmet’te Bir Aile

Karaca Ahmet’te Bir Aile

İstanbul’un gri gökyüzü Karaca Ahmet mezarlığının üzerine bir örtü gibi serilmişti. Beyaz mermer taşlarının arasında diz çöken bir kadın, Zehra Arman, elinde beyaz ve sarı karanfillerle sessizce kocasının mezarına bakıyordu. Türkiye’nin en büyük otel zincirlerinden birinin sahibi olan Zehra, iş dünyasında acımasızlığı ve kararlılığıyla tanınırdı. Fakat bugün, “demir kadın” unvanı hiçbir anlam taşımıyordu. Önünde bir yıl önce trafik kazasında kaybettiği kocası Okan Arman’ın mezarı duruyordu.

Zehra, parmak uçlarıyla soğuk mermeri okşadı. Dudakları titredi ama gözünden tek damla yaş düşmedi. “Yine geldim Okan. Yine hiçbir şey değişmedi,” diye fısıldadı. Sessizlik sürerken, arkasında iki ince ses duyuldu: “Bu mezar bizim babamızın mezarı.” Zehra başını hızla çevirdi. Karşısında sekiz yaşlarında, yırtık tişörtler giymiş, yüzleri kir içinde iki ikiz erkek çocuk duruyordu. Gözlerinde korkusuz bir parıltı vardı.

İkizlerden biri mezar taşını işaret etti: “Evet, bu bizim babamız. Burada yatıyor.” Zehra’nın elindeki çiçekler toprağa kaydı. Yıllardır taş gibi duran kalbi bir basamak boşluğuna atlamış gibi hızla yer değiştirdi. “Ne diyorsunuz siz?” diye fısıldayabildi. Diğeri bir adım öne çıktı: “Bizi tanımıyorsun ama o bizim babamızdı. Okan Arman bizim babamızdı.” Zehra dizlerinin bağı kesilmiş gibi hissetti. Bir yıl boyunca bu mezarın önünde yalnızca kendi acısını yaşamıştı. Ama şimdi iki çocuk, göğsünün içine bir düğme basmış gibi bütün düzenini bozmuştu.

Zehra kendini toparlamaya çalıştı. “Saçmalamayın. Siz kimsiniz?” dedi titreyen sesiyle. Çocukların bakışlarında ne korku ne geri adım vardı. “Biz onun oğullarıyız,” dedi daha ufak olanı. “Ama kimse bize inanmadı.” Zehra’nın zihninde tek bir cümle çınladı: “Okan, benden neyi gizledin?”

Yıllar önce Levent’teki ofisinde, Zehra Arman’ın otoritesi tartışılmazdı. Fakat telefonunda her pazar aynı saatte bir hatırlatma vardı: Karaca Ahmet. Okan’ı kaybettiği günden beri hiçbir şey aynı olmamıştı. Her pazar mezarlığa gidiyor, mermeri okşuyor, susuyordu. Bugüne kadar kimse ona yaklaşmamıştı. Ta ki bu sabaha kadar.

Mezarlıktan ayrıldığında kalbi hala çarpıyordu. Şoförü kapıyı açtığında arabaya bindiğini bile fark etmedi. İstanbul’un akışı değişmemişti; değişen yalnızca Zehra’ydı. Telefonu titredi. Ekranda avukat Emel Yıldırım’ın adı vardı. Zehra telefonu açtı. “Emel, hemen görüşmemiz gerek.” Bir saat sonra Bebek’teki hukuk ofisine girdi. Emel onu görünce ayağa kalktı, sarıldı. Zehra masaya kalın bir zarf bıraktı. “Bunu bugün getirmeyi planlamıyordum ama artık saklayamam.”

Zehra zarfı açarken parmaklarının titrediğini fark etti. İçeriden çıkan ilk fotoğraf kanını çekti. Fotoğrafta Okan vardı. Yanında genç bir kadın ve kucağında iki bebek. “Bu imkansız,” dedi Zehra. Emel derin bir nefes aldı. “İmkansız değil. Okan yıllar önce bu kadınla ilişki yaşamış. Sonra kadın çocuklarla tek başına kalmış. Kayıtlar silik ama tablo bu.” Zehra sandalyeye çöktü. “Ben hiçbir şey bilmiyordum.” Emel çekmeceden başka evraklar çıkardı: doğum belgeleri, kurum kayıtları. “İkizlerin annesi doğumdan kısa süre sonra vefat etmiş. Çocuklar kuruma teslim edilmiş. Üç yıl önce kayıtlar sistemden düşmüş. O tarihten sonra koruyucu aile ve kaçış raporu dışında bilgi yok.”

Zehra alnını ovuşturdu. Sabahki iki yüz, kendi dünyasını darmadağın eden iki küçük gölge. Emel yumuşak ama net konuştu: “Zehra, eğer bu doğruysa o çocukların şimdi sana ihtiyacı var.” Zehra yüzündeki çizgileri sertleştirdi. “Onları bulacağım.”

Çocuk Esirgeme Kurumu’nu aradı. “Okan Arman’ın çocukları olabilir. Kayıt arıyorum.” Müdür, “Bu tür kayıtlar gizlidir,” dedi. “Ama elimizde sekiz yıl öncesine ait kayıt var. Anne doğumdan kısa süre sonra vefat etmiş. İkizler kuruma teslim edilmiş. Üç yıl önce kayıtlar sistemden düşmüş.” Zehra zor yuttu. “Şu an ortada yoklar.” “Maalesef kaybolan çocuklar dosyasına aktarıldı.”

O gece Zehra, çalışma odasında Emel’in getirdiği dosyalar ve iki çocuğun fotoğraflarıyla oturdu. “Babam gelecek,” diye yazılmış bir çocuk defteri hayal etti. Sabah ilk ışıklar perdeden sızarken kapı çaldı. Gelen sosyal hizmet görevlisi Ayşe Sönmez’di. Ayşe çantasından küçük bir defter çıkardı. Kapakta solgun çizimler, sayfalarda titrek harfler. “Bu defter çocuklardan birinin elinden bulundu. İçinde sürekli aynı isim: Okan Arman. Babam bir gün beni alacak.”

Zehra defteri eline aldı. Ayşe sessizliği bozdu: “Hanımefendi, bu çocukların en çok ihtiyacı olan şey para değil. Güven, birinin söz verip gitmemesi.” Zehra bakışlarını defterden kaldırmadan konuştu: “Ne pahasına olursa olsun onları bulacağım.”

O akşam tekrar Karaca Ahmet’e gitti. Yanında termos, iki paket sandviç, ince yün battaniye vardı. “Belki burada beklerler,” diye düşündü. Mermer taşın önünde diz çöktü. Çiçekleri bıraktı. Arkasında yaprak hışırtısı. Başını çevirince sabahki iki çocukla göz göze geldi. Büyük olan temkinli bir merakla konuştu: “Hala buradasın.” Zehra sesini yumuşattı: “Evet. Çünkü sizi bekliyordum.” Küçük olan gözlerini kıstı: “Bizi neden bekliyorsun ki? Bizim kim olduğumuzu bilmiyorsun.” “Tanımıyorum,” dedi Zehra. “Ama tanımak istiyorum. Babam dediğiniz kişi Okan Arman benim de kocamdı.”

Büyük olan, “Yalan söylüyorsun. O bizi bırakmazdı ama öldü. Eğer onunla evliysen neden bizi hiç aramadın?” dedi. Zehra bu soruya hazırlanmamıştı. “Ben sizin varlığınızı bilmiyordum.” Küçük olan toprağı eşeledi. “Herkes öyle der. Sonra bizi bırakırlar.” Zehra bir adım daha attı. “Size bırakmayacağım. Söz veriyorum ama hemen inanmanızı beklemiyorum.” Büyük olan tavırla, “Kimseye inanmıyoruz,” dedi. Sonra kardeşinin bileğine yapışıp onu çekti. İki gölge taşların arasında kayboldu.

Ertesi sabah Ayşe aradı. Üsküdar’daki eski bir parkta evsiz çocuklar arasında iki ikiz görülmüş. Zehra hemen gitti. Baraka önünde iki çift göz karanlıkla güneş arasında bir çizgide göründü. Zehra çantadan iki paket sandviç, iki süt, iki su çıkardı. “İsterseniz buraya bırakayım.” Büyük olan kardeşine baktı. Sonra Zehra’ya: “Bunu niye yapıyorsun?” “Çünkü kimse açken konuşamaz.” dedi Zehra. Küçük olan sandviçi aldı. Büyük olan bir adım geri çekilmekle öne atılmak arasında kararsız kaldı, sonra diğer paketi aldı.

Zehra dizlerinin üzerine çöktü. “Ben Zehra,” dedi. Adınızı söylemek zorunda değilsiniz. Küçük olan, “Kerem,” dedi. Büyük olan omuz silkti. “Bana Emir diyorlar,” dedi. Sonra ekledi: “Gerçek adım Selim.” Zehra’nın gözleri bir an ıslandı. “Memnun oldum Kerem ve Selim,” dedi. “Bir daha da habersiz gitmek istemiyorum.” Büyük olanın yüzünde küçücük ama net bir yumuşama oldu. “Bizi oraya verme.” dedi Kerem. “Vermeyeceğim,” dedi Zehra. O gün onları evine götürmedi. Battaniyeler, temiz kıyafetler, bir de küçük gece lambası getirdi. “Karanlık olunca korkmayın,” dedi. Kerem lambayı avucuna aldı. “Biz teşekkür ederiz.” Selim bakışlarını kaçırdı. “Bu lambayı alırsak yarın da geleceğine söz ver.” “Yarın da geleceğim,” dedi Zehra. Bir de sıcak çorba.

Üçüncü günün sabahında barakada yangın çıktı. Çocukların çoğu kaçmış ama ikizlerden biri kayıptı. Büyük olan, yani Selim. Zehra hemen gitti. Barakanın arka tarafındaki kırık kapıdan içeri girdi. İçeride nem ve is kokusu, duvarlarda karalanmış isimler. Karanlık köşede, yüzü is içinde, gözleri yarı kapalı bir çocuk yatıyordu. Zehra yanına diz çöküp onu kucağına aldı. “Kerem iyi,” dedi. “Şimdi seni de çıkaracağız.” Dışarı çıktıklarında ambulans gelmişti. Zehra, “Onu bırakmam,” dedi. Hastanede Selim’in nefesi düzene girene kadar Zehra elini bırakmadı. Kerem camın gerisinden baktı. O camın arkasındaki kadın parayla değil beklemekle, el tutmakla oradaydı.

Hastaneden taburcu olana kadar geçen üç gün Zehra’nın içindeki duvarların sarsıldığı üç gündü. Şirketten aramalar geldi. Hepsine tek bir cümle söyledi: “Bu hafta toplantıları erteleyin.” Koridorda fısıldaşmalar dolaştı. Ünlü iş kadını iki çocuğun başında bekliyormuş.

Kurumdan Müfettiş Sevda Kaya geldi. “İkiz çocuklarla yakın temas kurduğunuz rapor edildi. Yasal bağınız yok.” Zehra başını salladı. “Yasal bağ kuracağım. Prosedür neyse yapacağım.” Sevda Hanım, “Süreç uzun ve zorlu,” dedi. “Kamuoyunda güçlü bir figür olmanız kriterlerimizi değiştirmez.” “Anlıyorum,” dedi Zehra. “Yine de başvuracağım.”

Ertesi gün Zehra ile Avukat Emel mahkeme başvurusunu tamamladı. Kurum çocukların geçmişine ilişkin dosyaları gönderdi. Zehra’nın avukatı, düzenli gelir, müstakil ev, çocukların eğitimi için plan, psikolojik destek sözü gibi detayları dosyaya ekledi. Hazırlığı vardı.

Bu arada Zehra çocuklarla hastanedeki günleri günlüğe çevirdi. Sabahları sütlü irmik yaptı. Kerem’le lego parçalarından boğaz köprüsü kurdular. Selim’le kısa kısa kitap okudu. Zehra, “İstediğin kadar,” dedi. “Benim acelem yok.” Sevda Hanım tekrar geldi. “Geçici koruma kararını sizle deneyeceğiz. Ev incelemesi yapacağız.”

Evde küçük ama önemli dokunuşlar yapıldı. Çalışma odasının bir kısmı çocuklar için okuma köşesine çevrildi. Yatak başına gece lambası kondu. Mutfakta yüksek rafların yerine kolay ulaşılabilir raflar oluşturuldu. “Acıkınca ulaş,” dedi Zehra.

Yerleştirme günü geldi. Kapıda Kerem ayakkabısını çıkarırken usulca fısıldadı: “Burası çok sessiz.” Zehra gülümsedi. “İstersen müzik açabiliriz.” Selim eşiğe geldiğinde durdu. Oturma odasının genişliğine, camdan görünen boğazın mavisine, duvarda duran fotoğrafa baktı. Fotoğrafta genç bir Zehra ile Okan vardı. Zehra fotoğraf çerçevesini kaldırıp yan odaya koydu. “Vakti gelince bakarız,” dedi.

İlk akşam yemeği sade planlandı. Mercimek çorbası, pilav, yoğurt. Zehra sofraya otururken “Şirketim” diye başlayan cümle kurmadı. “Bugün pazardan domates aldım,” dedi. Dinledi. Kerem, “Ben yoğurdu çok severim,” dedi. Selim, “Ama sarımsaklı değil,” diye tamamladı. Gece ışıklar kapandığında Selim yatakta bir şey aradı. Gece lambası. Zehra odanın içine girdi. “İstersen açık kalsın Selim,” dedi. Kerem fısıldadı: “Anneler iyi geceler der.” Zehra başlarının ucuna eğildi. “İyi geceler çocuklar.”

Geçici yerleştirmenin ilk haftası şirketin acil diye etiketlediği toplantılar iptal edildi. Basına tek bir cümle verildi: “Kişisel bir süreçteyim.” İkinci hafta Selim okulu reddetti. “Bizi yine alıp bir yere verecekler,” dedi. Ayşe detayı onayladı. Zorlamayalım. Üç gün sonra Selim kendi sordu: “Okulda öğlen yemeği var mı?” Dördüncü gün Kerem önce sınıfa girdi, Selim kapıda iki dakika bekleyip sonra içeri geçti.

Bir akşam Kerem mutfaktan seslendi: “Çikolata var mı?” Zehra buldu, uzattı. Selim bir anda kendine kızar gibi, “Bizi yine bırakacaklar,” dedi. Zehra eğildi. “Ben buradayım,” dedi. “Yarın sabah aynı saatte burada kahvaltı edeceğiz. Sözümün peşindeyim.” Selim başını çevirdi. “O zaman yarın da sütlü çikolata olsun,” dedi. Zehra, “Not aldım,” diye karşılık verdi.

Üçüncü hafta aile danışmanı geldi. Zehra, “Ben bazen sabırsızım,” dedi. “İş dünyasında hızlı olmayı öğrendim. Burada yavaş olmayı öğrenmem gerektiğini biliyorum.” Danışman, “Çocuklarınız yavaş kelimesini duysun,” dedi. O akşam Zehra, “Bugün hiçbir yere yetişmeyeceğiz,” dedi. Kerem, “Yavaş dondurma da lazım,” dedi. Selim göz ucuyla gülümsemesini sakladı.

Dördüncü hafta Sevda Hanım ev incelemesine geldi. Mutfak, odalar, banyo, tezgahta meyveler, kapıda minik spor ayakkabılar. Zehra, “Ben ütülemeyi beceremedim,” dedi gülerek. “Zamanla öğrenirim.” Sevda Hanım notlarına ekledi: “Bakımın sorumluluğunu üstlenmeye istekli, öğrenmeye açık.”

Mahkeme günü yaklaştı. Hakim dosyayı çevirdi. “Zehra Arman, bu iki çocuğun hayatında daha önce hiçbir varlığınız yokken bugün neden annelik talebinde bulunuyorsunuz?” Zehra çocuklara bir an baktı, sonra hakime döndü: “Çünkü onlar kocamın bana bıraktığı en büyük emanettir. Hayatımda çok hata yaptım ama bir şeyi doğru yapabilirim. Onları bırakmamak.”

Kurum temsilcisi, “Çocuklar uzun süre sokakta kalmış. Özel ihtiyaçları var. Zehra Hanım’ın yoğun iş hayatı göz önüne alındığında istikrar sağlanamayacağı kanaatindeyiz,” dedi. Hakim çocuklara döndü. “Konuşmak ister misiniz?” Kerem ayağa kalktı: “Biz annemizi kaybettik. Babamız da yok. Zehra teyze bizi hastaneye götürdü. Kardeşim yanarken onu kucağında taşıdı. O olmazsa biz hiç kimseydik.” Selim de ayağa kalktı: “Biz artık bırakılmak istemiyoruz. O bizi bırakmadı. Biz de onu bırakmayacağız.”

Hakim kararını verdi: “Zehra Arman, Selim ve Kerem Arman’ın yasal velayeti size verilmiştir.” Salonda bir uğultu yükseldi. Kerem koştu, Zehra’nın beline sarıldı. Selim de yaklaştı. “Gerçekten bizi bırakmayacaksın değil mi?” Zehra ikisini birden kucakladı. “Asla. Bundan sonra bir daha. Asla.”

O akşam üçü birlikte Karaca Ahmet’e gittiler. Mezar taşının önünde sessiz durdular. Zehra diz çöktü: “Okan, bana sakladıkların hançer gibi. Ama endişe etme. Bundan sonra onlara hem anne hem baba olacağım.” Kerem çiçeğini toprağa bıraktı: “Baba, artık annemiz var.” Selim gözlerini sildi: “Artık yalnız değiliz.”

Günler haftalara, haftalar kahvaltı tabaklarında yarım kalan zeytinlere, kapının arkasındaki küçük şemsiyelere dönüştü. Zehra ilk kez iş kalp çizgisini gönüllü olarak dümdüz çekti. Pazartesi sabah 9’daki toplantı yerine pazartesi sabah 8.30 sütlü mısır gevreği yazıyordu takvimde.

Bir sabah Kerem mutfağa koştu: “Anne, bugün Türkçe sınavım var.” Zehra, “Başarılar,” dedi. “Dönüşte sevdiğin dönerciye gidelim mi?” Kerem’in gözleri parladı. Selim, “Ben de ayran isterim,” dedi. O akşam Eminönü’ndeki plastik sandalyelerde üçü otururken Zehra içinden “Bir zamanlar bu sandalyelere oturmazdım,” diye geçirdi. Ama burası şimdi dünyanın en önemli masasıydı.

Bir akşamüstü Selim ödev defterini kapadı. “Anne,” dedi, “Oku.” Zehra, “Ne okuyayım?” dedi. Selim defterini uzattı. Kenarında küçük bir ev çizilmişti. Kapısında üç küçük çöp adam, biri uzun, iki kısa. “Bu evim,” dedi Selim. “Kapı hiç kapanmıyor.” Zehra defteri göğsüne bastı. “Bu evde kapılar hep içeriden açılır,” dedi.

Bir yılın sonunda tekrar Karaca Ahmet’e gittiler. Mezar taşının önüne sarı gül, beyaz karanfil ve mavi küçük çiçekler bıraktılar. Zehra diz çöktü. “Bazen geçmiş bir yük gibi gelir. Ama hatırlamak yük değil, bağdır.” Kerem toprağı düzeltti: “Baba, ben artık bisiklete binebiliyorum.” Selim: “Ben de artık gece lambasını kapatabiliyorum.”

Zehra ayağa kalktı. İki çocuğun ellerini tuttu. “Sevdiklerimizi hatırlamak onlara sahip çıkmakla mümkündür. Çünkü hatırlamak aslında sevgiyi sonsuza dek yaşatmaktır.” Üçü birlikte mezarlıktan çıkarken artık yalnız bir kadın ve iki kayıp çocuk değillerdi. Ellerine bulaşmış toprakla, ceplerinde minik gece lambalarıyla, ağızlarında yarım kalan bir şarkıyla. Onlar bütün yaralarına rağmen yeni bir aile olmuşlardı ve bu kez hiçbir kapı sessizce kapanmadı. Çünkü ev artık içeriden açılıyordu.

Not: Hikaye, orijinal metnin ana olay örgüsüne ve duygusuna sadık kalınarak sadeleştirilmiş ve yaklaşık 1500 kelimeye uyarlanmıştır. Ek detay veya karakter eklemek isterseniz belirtebilirsiniz!

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News