Kırık Sessizlik

Kırık Sessizlik


Rıza hiçbir zaman, bir okul telefonunun hayatını böylesine sarsacağını tahmin etmemişti. O gün, ofisinde toplantılarla boğuşurken cep telefonu çaldığında bunun sıradan bir veli görüşmesi olduğunu düşünmüştü. Ancak o telefon, yalnızca düzenini değil, kendi iç dünyasını da kıracak bir çatlağın başlangıcıydı. Öğretmen, yedi yaşındaki kızı Sude hakkında endişeli bir ses tonuyla konuşuyordu. “Son zamanlarda çok sessiz,” demişti. “Yüksek ses duyduğunda irkiliyor, konuşmaktan çekiniyor. Resim defterinde hep karanlık çizimler var, ağlayan yüzler, boş evler…”

Rıza bir an duraksadı, sonra kendine mantıklı açıklamalar buldu. “Annesinin yokluğu hâlâ etkiliyor olabilir,” dedi. “Zamanla geçer.” Ama o akşam eve geldiğinde, gerçekten baktı kızına. Küçük Sude, koltuğun köşesinde sessizce oturuyordu. Gözlerinde tanıdık ama yabancı bir şey vardı. Sanki kendini küçültmeye çalışıyor, görünmemeye uğraşıyordu. Ve o an, koridorun köşesinde gördüğü bir sahne — küçücük bir detay — içindeki tüm savunmaları yıktı. Çünkü Rıza, aylarca kızının sessiz çığlıklarını duymamayı tercih etmişti.

Evinin duvarları beyaz, tertemiz ve soğuktu. Her köşe düzenliydi, ama o düzenin içinde yaşam yoktu. Lüksün, düzenin, pahalı eşyaların ortasında sıcaklık yoktu. Rıza bu evde iki çocuğuyla yaşıyordu: Sude ve henüz bebek olan Mert. Sude’nin gözleri yaşı için fazlasıyla olgundu; Mert ise onun tek neşesiydi. Rıza’nın hayatı, iş dünyasında başarı üzerine kuruluydu. Güçlü, disiplinli, kusursuz görünmek onun için sevgiyle eş anlamlıydı. Para kazandıkça çocuklarına iyi bir hayat verdiğini sanıyordu.

Sude’nin annesi birkaç yıl önce onları terk ettiğinde, Rıza duygusal karmaşadan kaçmış, bunun yerine “düzeni” seçmişti. Ve o düzeni Vildan getirmişti hayatına. Güzel, zarif, tertipliydi. Eve ilk geldiğinde gülümsemesiyle evi doldurmuş, Rıza’ya huzur vaad etmişti. “Sen işine bak, ben her şeyi hallederim,” demişti. Rıza inanmak istemişti. Çünkü inanmak kolaydı.

Başlarda her şey mükemmeldi. Ev tertemiz, sofralar hazır, çocuklar sessizdi. Fakat zamanla o sessizlik rahatsız edici bir hal aldı. Rıza bunu fark etmedi, çünkü ofiste, toplantılarda, projelerde boğuluyordu. Evde düzen varsa sorun yoktu. Ama düzenin ardında bir korku gizleniyordu.

Vildan, Rıza yanındayken nazikti. Ama o evde Rıza’nın ayak sesleri uzaklaştığında, kadının yüzü değişirdi. Sude bunu hemen öğrenmişti. Vildan’ın topuklu ayakkabılarının sesi, küçük kız için bir uyarıydı. O ses, kalbini sıkıştıran bir işaret gibiydi. “Mert ağlamasın, oyuncak dağılmasın, bardak kırılmasın.” Küçük bir hata bile öfke sebebiydi.

Bir gün süt dökülmüştü masaya. Vildan’ın yüzü gerildi. “Ne kadar beceriksizsin!” diye bağırdı ve elini Sude’nin koluna indirdi. Küçük kız şaşırmıştı. Acıdan çok utanç hissetti. Ağlamadı. Çünkü ağlamak sadece daha fazla ceza demekti.

O günden sonra Sude’nin hayatı bir sessizlik oyununa dönüştü. Vildan’ın öfkesinden kardeşini korumak için her şeyi üstlendi. “Ben yaptım,” demek alışkanlık oldu. Mert mama döktüğünde, oyuncak kırıldığında, bardak düştüğünde — hep “Ben yaptım.” Her “ben yaptım” bir ceza demekti. Kimi zaman aç kalmak, kimi zaman odada kilitli kalmak, kimi zaman da sessiz bir acı. Ama o hep sustu.

Rıza’nın akşam aramaları Sude için kısa bir nefes arasıydı. Vildan telefonu uzatırdı: “Babana merhaba de.”
“Merhaba baba.”
“Nasılsın prensesim? Her şey yolunda mı?”
“Evet baba, çok iyi.”
Sesi küçük, düz ve ezberlenmişti. Gerçeği söylemek imkânsızdı. Çünkü gerçeği söylerse kardeşi zarar görebilirdi.

Aylar böyle geçti. Rıza dışarıdan bakıldığında kusursuz bir baba gibiydi. Başarılı, saygın, ailesine düşkün… İnsanlar “Ne güzel bir aile” derdi. Fotoğraflarda herkes gülümsüyordu. Ama o fotoğraflar, Sude’nin titreyen elleriyle süslenmiş yalanlardı.

Bir gece Rıza işten erken döndü. Şirkette büyük bir proje tamamlanmıştı. Elinde pastalarla eve girdi. Ev sessizdi. Yukarıdan bir ses geldi — Vildan’ın sesi. Sert, zehirli.
“Kaç kere dedim sana Mert’in yemeğini dökmeyeceksin! Duydun mu?”
Sonra küçük bir ses: “Ben döktüm.”
Rıza durdu. Kalbi sıkıştı. Sessizce kapıya yaklaştı. Hafif araladı. Ve gördü: Vildan küçük Sude’yi kolundan tutmuş, duvara bastırıyordu. Kızın gözleri korkuyla doluydu.

O an Rıza’nın içindeki bütün yalanlar yıkıldı.
“Bırak çocuğu!” diye haykırdı.
Vildan dondu, sonra sahte bir gülümsemeyle “Rıza, yanlış anladın—” demeye başladı ama adamın bakışındaki öfke onu susturdu.

Rıza iki adımda yanlarına geldi, kadının elini kızının kolundan çekti. Diz çöktü, Sude’nin yüzüne baktı. “Canın yandı mı kızım?” diye sordu titreyen bir sesle. Küçük kız başını salladı, sonra sessizce ağladı. Yıllardır tutulan gözyaşları, babasının gömleğine aktı.

Rıza kızını kucağına aldı, sonra dönüp Vildan’a baktı.
“Eşyalarını topla. On dakika içinde bu evden git.”
Kadın donakaldı. “Rıza, ben—”
“Git!” diye kükredi.
Ve Vildan, o akşam hiçbir şey demeden gitti.

Evin içi sessizdi ama artık o sessizlik soğuk değildi. Üçü — Rıza, Sude, Mert — oturma odasında bir araya geldi. Kimse konuşmadı. Yalnızca birbirlerinin varlığını hissettiler.

Ertesi sabah Rıza bütün randevularını iptal etti. İlk kez işini ikinci plana attı. Kızına ve oğluna kahvaltı hazırlamaya çalıştı. Yumurtaları yaktı, ekmeği fazla kızarttı ama Sude ilk kez gülümsedi.

Günler geçtikçe Rıza öğrenmeye başladı.
Sude’nin hangi çizgi filmi sevdiğini, Mert’in hangi ninniyle uyuduğunu, birlikte kahkaha atmayı… Ev artık bir müze değil, yaşayan bir yerdi. Duvarlara Sude’nin resimleri asıldı. Her sabah mutfaktan kahkaha sesi yükseldi.

Bir akşam Rıza mutfakta sebze doğrarken elini kesti. Küçük bir şeydi ama Sude hemen koştu, dolaptan yara bandını aldı. Babasının elini tuttu, dikkatle sardı. Sonra küçük bir gülümsemeyle “Tamam baba, geçti,” dedi.
Rıza o anda dayanamayıp ağladı. Dizlerinin üzerine çöktü. Küçük kız babasına sarıldı. “Artık buradasın,” dedi.

O cümle, geçmişin tüm hatalarını affeden bir dua gibiydi.

Aylar sonra evdeki her şey değişmişti. Lüks koltukların yerini renkli yastıklar almış, beyaz duvarlar çocuk çizimleriyle dolmuştu. Akşamları televizyon sesi değil, çocuk kahkahaları yankılanıyordu. Rıza işten geldiğinde telefonunu bir kenara bırakıyor, yere oturup Sude’yle oyun oynuyordu. Artık toplantılar değil, masallar öncelikliydi.

Bir gece, Sude babasına döndü.
“Baba,” dedi. “Artık korkmuyorum.”
Rıza başını eğdi, kızının alnını öptü. “Artık kimse seni korkutamaz,” dedi.

Sude’nin odasındaki duvarda bir resim asılıydı. Üç kişi el ele tutuşmuştu. Altında çocuk yazısıyla yazılmış bir cümle vardı:
“Artık evimiz var.”

Rıza o cümleyi uzun süre izledi. Gözleri doldu. Çünkü gerçekten artık bir evleri vardı. Parayla değil, sevgiyle kurulan bir yuva.

Zamanla, Rıza işine döndü ama artık farklı bir adamdı. Ofisinde bir fotoğraf taşıyordu: Sude ve Mert’in gülüşleri. Ne zaman bir karar vermesi gerekse, o fotoğrafa bakıyordu. “Önce onlar,” diyordu içinden.

Bir akşam, Sude babasına sarıldı. “Seni çok seviyorum,” dedi.
Rıza gülümsedi. “Ben de seni, küçük kalbim.”

O an anladı: Servet, banka hesabında değil, bir çocuğun güvenli kucağında saklıydı. Gerçek başarı, sayılarda değil, bir babanın kalbinde yeniden atan sevgideydi.

Ev artık sessiz değildi. O sessizlik, bu kez huzurun sessizliğiydi. Ve Rıza biliyordu, bazen en büyük bağırış, bir çocuğun fısıltısında gizlidir.

Çünkü bazen, insanı en derinden iyileştiren şey…
sadece bir “Artık buradasın, baba.” cümlesidir.

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News