Sessizliğin İçinde Nefes
Sessizlik, bir çocuğun çığlığıyla yırtıldı.
“O ölmedi!”
Deniz’in sesi, köşkün salonundaki havayı cam kırığı gibi kesti. Bir an için zaman dondu. Dualar, fısıltılar, mumların damlayan sesi bile sustu.
Herkes dönüp baktı. Siyah elbiseli misafirler, yüzleri donmuş kadınlar, gözleri yerde erkekler… Hepsi o ince, toprakla lekelenmiş yüzlü çocuğa baktılar.
Önlerinde, beyaz bir tabut duruyordu. Tabutun içinde Elif yatıyordu — köşkün tek çocuğu, herkesin “melek gibi kız” dediği, şimdi ise “ölü” dedikleri o küçük kız.
Deniz’in ayakları titredi, ama geri adım atmadı.
“O ölmedi,” dedi bir kez daha, sesi bu defa kısık ama sarsılmazdı. “Ben biliyorum… O hâlâ yaşıyor.”
Birkaç saat önce, aynı çocuk, köşkün kapısında duruyordu. Cebinde elleri, ayaklarında yıpranmış spor ayakkabılar, yüzünde yağmur kokusu.
İçeride insanlar siyahlara bürünmüştü. Oysa onun elinde hâlâ Elif’in kahkahasının yankısı vardı. Onlar birlikte büyümüşlerdi — kimse açıkça söylemezdi ama herkes bilirdi.
Elif, zengin ailenin kızıydı. Deniz, köşkün hizmetçisi Sultan’ın oğluydu.
İki farklı dünya, mutfak kapısında kesişmişti. Elif, her yasak şeyi merak eden çocuktu.
“Bir gün korkmamayı öğreteceğim sana,” derdi, gülerek ağaca tırmanırken.
Ve gerçekten öğretmişti.
Ama şimdi korku, Deniz’in içine başka bir biçimde dolmuştu. Çünkü Elif ölmüştü. En azından herkes öyle söylüyordu.
Köşkün salonuna girdiğinde hava ağırdı.
Çiçeklerin kokusu neredeyse boğucu, pahalı parfümler ölümün kokusunu bastırmaya çalışıyordu.
Kimse ona bakmadı. O da kimseye bakmadı.
Yavaşça yürüdü, her adımı mermer zeminde yankılandı. O evin her taşına sinmiş o soğuk ihtişam, sanki şimdi üzerine yürüyordu.
Ama o sadece tabuta bakıyordu.
Elif, beyaz okul bandosu üniformasıyla yatıyordu. Ellerinde bir beyaz karanfil.
Deniz eğildi.
Mum ışığı yüzüne vurdu. O anda — belki bir göz yanılması, belki bir mucize — Elif’in kirpiği titredi sandı.
Bir anlığına nefes alamadı.
Arkasından bir kadının sesi duyuldu: “Çıkarın onu buradan!”
Ama o duymadı.
Sadece Elif’in sesi çınladı zihninde:
“Korkarsan, beni bul. Sakın beni yalnız bırakma.”
Rüzgâr, mumlardan birini titretti.
Alevin dansı Elif’in yüzüne vurdu.
Ve o anda Deniz bir sıcaklık hissetti.
Soğuk tabutun içinden gelen bir sıcaklık.
Ellerini uzattı.
“O ölmedi!” diye bağırdı yeniden, bu kez öfke, korku ve umut birbirine karışmıştı.
Salondakiler homurdanmaya başladı.
“Saygısızlık bu!”
“Çocuğu dışarı çıkarın!”
Ama Deniz yerinden kıpırdamadı.
Bakışları alev gibiydi.
“O hâlâ sıcak.”
Kimse inanmadı.
Elif’in annesi, Nermin Hanım, gözyaşları içinde başını kaldırdı.
“Yeter artık… Yapma bunu,” dedi titreyerek.
Ama Deniz bir adım daha attı.
“Dokunun!” dedi. “Ne olur, siz de dokunun!”
Kadın tereddüt etti.
Oğlunu kaybetmiş bir anne gibi tükenmişti.
Ama çocuk öyle inanmış görünüyordu ki, herkes susmuştu.
Nermin Hanım eldivenli elini uzattı.
Titreyerek kızının yanağına değdi.
Ve o anda…
Eldivenin altından sıcaklık geçti.
Kadın nefesini tuttu.
Eldiveni çıkardı.
Tekrar dokundu.
Bir titreşim, çok hafif bir hareket hissetti.
Bir an, bir nefes, bir kalp atışı gibi.
Ve sonra fısıldadı:
“Soğuk değil.”
Salon bir anda karıştı.
Mumlar titredi.
Kadınlar çığlık attı.
Bir doktor öne atıldı, “Bu mümkün değil!” diye bağırdı.
Ama Nermin Hanım dinlemedi.
Elini kızının göğsüne koydu.
Bir kez daha… hareket!
Bir nefesin yankısı, odanın tamamını doldurdu.
Artık hiç kimse suskun kalamıyordu.
Kimi ağladı, kimi dua etti, kimi kaçtı.
Deniz, tabutun başında, fısıldayarak tekrar etti:
“Ben söylemiştim… Ben söylemiştim…”
Doktorlar koştu, stetoskoplar, bağırışlar…
“Zayıf ama nabız var!”
“Ambulans çağırın!”
Ve o anda herkes biliyordu: ölüm kaybetmişti.
Ama mucizeler bile insanın karanlık tarafını susturmaz.
Bir adam, köşkün müdürü, dişlerini sıkarak fısıldadı:
“Kimse bu olayı bilmemeli. Basın duymadan bitmeli.”
Bir diğeri ona eşlik etti: “Çocuk karıştı. Onu uzaklaştırın.”
Deniz onları duydu.
Öfke gözlerinden ateş gibi fışkırdı.
“Eğer yine yalan söylerseniz, onu gerçekten öldürürsünüz!”
Kadın başını kaldırdı, Deniz’e baktı.
Artık ona “hizmetçinin oğlu” gibi değil, kızını kurtaran biri gibi bakıyordu.
“Gitme,” dedi yavaşça. “Onunla kal.”
Elif’in nefesi zayıftı.
Ambulans sirenleri dışarıdan duyuluyordu.
Yağmur başlamıştı.
Tabutun kapağı açıldı, paramedikler içeri daldı.
Beyaz battaniyeler, oksijen tüpleri, panik içindeki sesler…
Ama Deniz sadece onun elini tuttu.
Elif’in parmakları hâlâ sıcaktı.
“Bırakmam,” dedi fısıltıyla.
Paramedik başını kaldırdı, tereddüt etti.
Nermin Hanım seslendi: “Bırakın! O kalsın!”
Elif taşındı.
Deniz elini bırakmadan yürüdü.
Köşkün kapısından çıktıklarında, gökyüzü kırmızı ambulans ışıklarıyla yanıp sönüyordu.
Yağmur, yerdeki çiçekleri süpürüyordu.
Cenazenin çelengi artık paramparça olmuştu.
Ama hayat geri dönmüştü.
Ambulans uzaklaştı.
Köşkün önünde sessizlik kaldı.
Sultan, oğlunun yanına koştu, yüzü bembeyazdı.
“Ne yaptın sen, Deniz?”
“Hiçbir şey,” dedi çocuk. “Sadece duydum.”
Kadın onu kucakladı.
O an bir anne, bir oğul ve mucize arasındaki çizgi silinmişti.
Hastanede sabah oldu.
Koridor beyaz ışıklarla yıkanmıştı.
Deniz bir bankta oturuyordu, ayakkabıları çamurlu, gözleri uykusuz.
Kapının ardında makinelerin sesi:
bip… bip… bip…
Her ses, umut demekti.
Nermin Hanım kapıyı araladı, gözleri kan çanağı.
“Yaşıyor,” dedi. “Kızım yaşıyor.”
Deniz başını kaldırdı, ama konuşamadı.
Kadın birkaç adım attı.
“Artık kimse seni aşağılamayacak. Ne kızımı, ne seni gölgeye gömecekler.”
Deniz’in boğazı düğümlendi.
İlk kez biri ona adıyla seslenmişti — bir zengin değil, bir insan olarak.
O gün öğleden sonra, güneş bulutların ardından yavaşça çıktı.
Yağmurun kokusu hâlâ sokaklarda asılıydı.
Deniz hastanenin bahçesine indi.
Elinde solgun bir beyaz karanfil vardı — Elif’in göğsünden düşen o çiçek.
Artık kurumuştu ama hâlâ sıcaktı.
Köşke geri yürüdü.
Kapının önünde durdu, çiçeği mermer eşiğe bıraktı.
“Sözümü tuttum,” dedi sessizce. “Artık kimse seni sessizliğe gömemez.”
Başını gökyüzüne kaldırdı.
Rüzgâr saçlarını savurdu.
“Belki hayat,” diye mırıldandı, “bazen sadece bir ses ister. ‘Durun, daha bitmedi,’ diyen bir ses.”
Bir an sustu.
Sonra gülümsedi.
“Ve bazen o ses… bir çocuğun sesidir.”
Rüzgâr, köşkün kapısını hafifçe araladı.
İçeriden eski bir müzik kutusunun sesi duyuldu.
Deniz, arkasını dönmeden yürüdü.
Her adımı, o geceki kalp atışlarının yankısı gibiydi.
Köşkün içinde, mumların isi hâlâ duvarlara sinmişti.
Ama artık o evde ölüm değil, nefes vardı.
Bir çocuk, bir çığlıkla ölümü yenmişti.
Ve o andan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı.