MILYONER DEDI: “ELLERINI KARIMIN ÜZERINDEN ÇEK”, VE YAPTIĞI ŞEY HERKESI SUSTURUR

MILYONER DEDI: “ELLERINI KARIMIN ÜZERINDEN ÇEK”, VE YAPTIĞI ŞEY HERKESI SUSTURUR

Cam Kırıkları ve Gerçek Aşk

Erkan Tekin, o öğleden sonranın her şeyi değiştireceğini asla hayal etmemişti. Ama öyle oldu. Kardeşinin, Canan’ın kolunu fazla sert tuttuğunu gördüğünde, sanki bir film karesi zihninde donup kalmıştı.

Canan Aydın otuz yaşındaydı ve Tekin ailesinin Boğaz manzaralı lüks konağında üç yıldır temizlikçi olarak çalışıyordu. O, sade bir kadındı. İstanbul’un Fatih semtinde, mütevazı kökenli bir mahallede yaşar, her gün güneş doğmadan uyanır, iki otobüs değiştirir ve sabah 7’de konağa varırdı. Mermer zeminleri parlatır, odaları düzenler, pahalı, narin çamaşırları titizlikle yıkardı. Her şeyi büyük bir özen ve adanmışlıkla yapardı.

Erkan, ailenin en büyük oğlu, kırk bir yaşındaydı. Ciddi, mesafeli bir adamdı. Birkaç ihracat şirketinin sahibiydi; hayatı toplantılar, iş seyahatleri ve resmi akşam yemekleri arasında geçiyordu. Tüm çalışanlara karşı kibardı ama hep mesafeliydi. Pek konuşmazdı; sadece başıyla selam verir ve doğruca ofisine yönelirdi.

Fakat Erkan, Canan’ı fark ediyordu. Onu fark etmeye başlamıştı. Bahçedeki çiçekleri sularken yüzünde beliren o hafif gülümsemeyi fark ediyordu. Havluları katlarken mırıldandığı melodileri. Taşıdığı sessiz iyiliği.

Canan da Erkan’ı fark ediyordu. Yorgunluğunu. Annesi Suna Tekin’in fazla yüksek sesle konuştuğu veya küçük kardeşi Deniz’in sorumsuz bir şey yaptığı zamanlarda yüzündeki gerginliği görüyordu. Ona acıyordu ama asla bir şey söylemeye cesaret edememişti. Sonuçta, o sadece temizlikçiydi.

Her şey bir bahar salı günü değişti.

Canan, yemek odasını temizlerken Fars halısının kalkık köşesine takıldı. Taşıdığı tepsi gürültüyle yere düştü ve kristal bardaklar mermer zemine dağıldı. Kalbi hızla atmaya başladı. O bardakların çok, çok pahalı olduğunu biliyordu.

“Bu neydi?” diye bağıran Suna Tekin, öfkeyle kızarmış yüzüyle merdivenlerden iniyordu.

Canan, cam parçalarını toplamak için diz çökerken, “Özür dilerim Suna Hanım. İstem dışıydı, ayağım takıldı,” diye mırıldandı.

“İstem dışı mı?” Suna’nın sesi keskin bir bıçak gibiydi. “Bu bardaklar bir servete mal oldu! Bunu ödeyeceksin, bayan.”

“Evet, hanımefendi, ödeyeceğim. Maaşımdan kesebilirsiniz.”

O sırada, Erkan’ın küçük kardeşi Deniz Tekin kapıda alaycı bir gülümsemeyle belirdi. Otuz sekiz yaşındaki Deniz yakışıklı ama kibirliydi. Aile servetiyle yaşar ve kendini aşağı gördüklerini aşağılamaktan zevk alırdı.

Deniz, kollarını kavuşturarak, “Bakın, bakın, temizlikçi yine eşyalarımızı kırıyor,” dedi. “Anne, bu kadın yetersiz. Onu çoktan kovmalıydık.”

Canan, gözlerinin yandığını hissetti ama gözyaşlarını tuttu. O işe ihtiyacı vardı; hasta teyzesi ona bağlıydı.

Tam o anda, Erkan odaya girdi. Ofisten geliyordu, hâlâ koyu takım elbisesi ve kravatıyla. Sahneyi süzdü: Öfkeli anne, alay eden kardeş ve titreyen ellerle cam parçalarını yerden toplayan Canan.

Erkan sakin bir sesle sordu, “Burada ne oldu?”

“Bu beceriksiz büyükannenin kristal bardaklarını kırdı,” dedi Deniz. “Anneme onu kovmasını söyledim.”

Erkan, başını eğmiş, utanç içindeki Canan’a baktı. “Kaza olmuş,” dedi Erkan. “Kazalar olur.”

“Erkan, bunlar aile yadigarıydı!” diye itiraz etti Suna.

“Biliyorum anne. Ama sadece bardak. Başkalarını alabilirim,” diye yanıtladı Erkan, Canan’a yaklaşarak. “Bırak bunu. Kesebilirsin kendini.”

Canan gözlerini kaldırdı. Şaşkındı. O evde kimse ona bu kadar nazikçe, bu kadar saygıyla konuşmamıştı. “Teşekkür ederim, Erkan Bey,” diye fısıldadı.

Erkan, Canan’ın ayağa kalkmasına yardım etti ve başka bir çalışana kalanları temizlemesini söyledi. Sonra annesine ve kardeşine döndü. “Evimde bir daha böyle sahnelere tanık olmak istemiyorum,” dedi kararlılıkla.

“Senin evin mi?” Deniz alay etti. “Annemiz sayesinde burada yaşıyorsun, bunu unutma.”

Erkan yanıt vermedi, sadece odadan çıktı. Ama o gün içinde bir şeyler değişti.

Sonraki haftalarda, Erkan Canan’la konuşmaya başladı. Başta basit sorulardı: “Günün nasıldı?” “Bir şeye ihtiyacın var mı?” Yavaş yavaş, konuşmalar uzadı.

Erkan, Canan’ın eski Türk şiirini sevdiğini, kalp hastası teyzesine baktığını ve bir gün küçük bir tatlı dükkanı açma hayali kurduğunu öğrendi. Canan ise, Erkan’ın göründüğü kadar soğuk olmadığını anladı. Ailesinin onu umursamamasının yükünü taşıdığını, insanlar arasında olmasına rağmen yalnız hissettiğini fark etti.

Bir ay sonra, Erkan herkesi şok edecek bir şey yaptı. Canan’ı akşam yemeğine davet etti. Konağa değil, İstiklal Caddesi’nde, ailenin gözlerinden uzak, küçük bir restorana. Ahşap masalar ve yanan mumlarla sade bir yerdi.

Canan tüm yemek boyunca gergindi. Ne diyeceğini, nasıl davranacağını bilemiyordu.

Erkan, uzun zamandır ilk kez gülümsedi. “Rahat ol. Bu sadece bir yemek.”

“Ama neden beni davet ettiniz?”

“Çünkü seninle konuşmayı seviyorum,” diye yanıtladı Erkan dürüstçe. “Çünkü bana bu dünyada hâlâ samimi insanlar olduğunu hatırlatıyorsun.”

Canan, yüzünün ısındığını hissetti. Kimse ona böyle bir şey söylememişti. Saatlerce konuştular, birlikte güldüler, hikayeler paylaştılar. Yemek bittiğinde, Erkan onu arabayla evine bırakmakta ısrar etti.

İstanbul’un ışıklı sokaklarında giderken Canan, göğsünde uzun zamandır hissetmediği bir şey hissediyordu: Umut. Erkan ise direksiyonu sıkıca tutuyordu ve o da farklı bir şey hissediyordu: Hem korkutan hem de heyecanlandıran bir şey. Âşık oluyordu. Tehlikeli bir zemine bastığını biliyordu ama duramıyordu.

İlk yemekten sonra, Erkan ve Canan gizlice buluşmaya başladılar. Hep gizli yerlerde: Boğaz yakınındaki bir kafe, Emirgan’da sakin bir park, Tekin ailesinin uğramayacağı Kadıköy’deki küçük bir kitapçı. Canan, Erkan gibi birinin ondan hoşlanabileceğini hiç hayal etmemişti. O sade biriydi, o ise zengindi. O ev temizliyordu, o şirket yönetiyordu. Ama birlikteyken, bunların hiçbirinin önemi yoktu. O onu güldürüyor, o ise ona huzur veriyordu.

Üç ay sonra, Erkan her şeyi değiştirecek bir karar verdi. Canan’a evlenme teklif etti.

Bir öğleden sonra, alıştıkları parkta, ağaç yaprakları hafif rüzgarla sallanıyordu. Erkan gergindi, bu nadir bir durumdu. Canan fark etti ve endişeyle sordu, “Her şey yolunda mı?”

“Evet. Hayır, aslında…” Erkan derin bir nefes aldı. “Canan, biliyorum bu çılgınca görünebilir. Farklı dünyalardan geldiğimizi biliyorum. Ama sen beni mutlu ediyorsun. Daha iyi bir insan olmak istememi sağlıyorsun.”

Cebinden küçük bir kutu çıkardı ve açtı. İçinde sade, narin, küçük pırlantalı bir yüzük vardı. “Benimle evlenir misin?”

Canan, gözyaşlarının yanaklarından aktığını hissetti. Olanlara inanamayarak ellerini ağzına kapattı. “Erkan, ailen asla kabul etmez.”

“Umurumda değil. Artık umurumda değil,” dedi Erkan. “Tüm hayatımı onların istediği gibi yaşayarak geçirdim. Şimdi kendi istediğimi yapmak istiyorum ve ben seni istiyorum.”

Canan, hayatını değiştiren adama baktı. Ona saygı duyan, önemli hissettiren adama. Gözyaşları arasından gülümsedi. “Evet,” dedi. “Evet, kabul ediyorum.”

İki hafta sonra, sade bir törenle evlendiler. Sadece iki tanık vardı. Erkan, ailesine söylemedi. Söylese engelleyeceklerini biliyordu. Bir süre gizli tuttular. Canan konağa temizlikçi olarak çalışmaya devam etti; bu garipti ama gerekliydi. Gerçeği nasıl açıklayacaklarını planlamak için zamana ihtiyaçları vardı. Geceleri Canan artık hizmetçi odasında uyumuyor, Erkan’ın onlar için aldığı, konağa uzak bir daireye gidiyordu. Küçük ama sıcak bir yerdi, sadece kendileri olabildikleri.

Ama sırların bir son kullanma tarihi vardır ve onlarınki dolmak üzereydi.

Her şey bir cumartesi sabahı çöktü. Suna Tekin, konağa sürpriz bir denetim yapmaya karar verdi. Her şeyin temiz ve düzenli olup olmadığını kontrol etme alışkanlığı vardı. O gün, Erkan’ın konakta kaldığı odaya girdi ve onu öfkelendiren bir şey gördü.

Yatağın yanındaki komodinin üzerinde bir fotoğraf vardı. Erkan ve Canan gülümsüyorlardı. Canan sade, beyaz bir elbise giymişti, Erkan ise açık renkli bir takım elbise. Anlamı açıktı.

Suna fotoğrafı kaptı ve fırtına gibi merdivenlerden indi. “Erkan!” diye bağırdı. Sesi tüm evde yankılandı.

Erkan salonda gazete okuyordu. Annesinin çığlığını duyunca hemen bir şeylerin ters gittiğini anladı. “Anne, ne oldu?”

Suna fotoğrafı masaya attı. “Bu ne? Ne anlama geliyor?”

Erkan fotoğrafa baktı, sonra annesine. Derin bir nefes aldı. “Evlendiğim anlamına geliyor.”

Ardından gelen sessizlik sağır ediciydi.

“Sen evlendin mi?” Suna konuşmakta zorlanıyordu. “Temizlikçiyle mi? Canan’la mı?”

“Evet.”

“Aklını mı kaçırdın?” diye bağırdı Suna. “Bunu nasıl yapabildin? İsimsiz, ailesiz, hiçbir şeyi olmayan bir kadınla?”

“Adı var, ailesi var ve onuru var. Tanıdığım birçoğundan daha fazla,” diye karşılık verdi Erkan.

Deniz o anda, çığlıklar üzerine odaya girdi. “Burada ne oluyor?”

“Kardeşin temizlikçiyle evlenmiş!” dedi Suna, öfkeden titreyen bir sesle.

Deniz yüksek, alaycı bir kahkaha attı. “Şaka yapıyorsun. Bu bir şaka, değil mi?”

“Şaka değil,” dedi Erkan, ayağa kalkarak. “Ve onayınıza ihtiyacım yok.”

“Ah, ihtiyacın yok mu?” Deniz kollarını kavuşturdu. “Bil ki, aileyi rezil ettin. Herkes bundan bahsedecek. Büyük Erkan Tekin bir hizmetçiyle evli!”

“İnsanların ne dediği umurumda değil,” dedi Erkan.

“Ama benim umurumda!” diye bağırdı Suna. “Bu kadın bu aileye girmeyecek, asla!”

Erkan, annesine daha önce hiç görmediği bir kararlılıkla baktı. “O zaman aileden çıkıyorum.”

Suna’nın rengi soldu. “Ne dedin?”

“Çıkıyorum. Karımla daireme taşınacağım. İşlerimi yürütmeye devam edeceğim ama burada yaşamayacağım. İnsanlara çöp gibi davranırken her şeyin yolunda olduğunu iddia etmeyeceğim.” Erkan fotoğrafı masadan aldı ve cebine koydu. “Canan artık benim karım ve bunu kabul etmek zorundasınız.”

Kimse yanıt veremeden Erkan konaktan çıktı.

Sonraki haftalar Canan’ın hayatının en zorlarıydı. Erkan’ın ailesinin ondan nefret edeceğini biliyordu ama bu kadarını hayal etmemişti. Suna, oğluyla konuşmayı reddediyor, Erkan iş için konağa gittiğinde yüzünü çeviriyordu. Deniz daha kötüydü. Canan’ı her fırsatta aşağılıyor, onun Erkan’ı kandırdığını, çıkar peşinde koşan, cahil bir altın avcısı olduğunu yayıyordu.

Canan güçlü olmaya çalışıyordu ama sözler acıtıyordu. Erkan bunu fark ediyordu. Gözlerindeki üzüntüyü görüyordu. Onu korumak için her şeyi yapıyordu ama insanların ne dediğini kontrol edemiyordu.

Bir gün, bir fikir geldi aklına. “Parti verelim,” dedi Erkan dairede kahvaltı ederken.

“Parti mi?” Canan şaşkın baktı.

“Evet. Evlilik partisi. Arkadaşlarımı, ortaklarımı, önemli insanları davet edeceğim. Seni resmen karım olarak tanıtacağım. Herkesin, seninle gurur duyduğumu bilmesini istiyorum.”

“Erkan, iyi bir fikir olduğundan emin değilim.”

“Ailem yutmak zorunda kalacak,” dedi kararlılıkla. “Gizlenmekten bıktım. Hayatımı dikte etmelerinden bıktım.”

Parti, cumartesi gecesi için, Boğaz kıyısındaki Bebek mahallesinde zarif bir salonda ayarlandı. Erkan tüm iş bağlantılarını, eski arkadaşlarını ve evet, ailesini davet etti. Suna ve Deniz davetiyeyi aldılar. Öfkelendiler ama gitmeye karar verdiler. Kutlamak için değil, aşağılamak için.

Parti gecesi Canan gergindi. Erkan’ın seçtiği sade ama zarif bir elbise giymişti. Güzeldi ama bu kadar önemli insanın önünde kendini küçük hissediyordu.

“Harikasın,” dedi Erkan, elini tutarak. “Ve her şey yolunda gidecek. Söz veriyorum.” Ama neyin geleceğini o da bilmiyordu.

Parti iyi başladı. İnsanlar Erkan’ı selamlıyor, yeri övüyor, şampanya içiyordu. Bazıları Canan’a merakla bakıyordu ama kimse saldırgan bir şey söylemiyordu. Ta ki Suna ve Deniz gelene kadar.

Suna, salonun ortasına yürüdü ve bir şampanya kadehi aldı. Kaşıkla kadehe vurarak herkesin dikkatini çekti. “Birkaç kelime edebilir miyim?” dedi, sahte bir gülümsemeyle.

Erkan ürperdi. Bu iyi bir işaret değildi.

“Oğlum Erkan’a bir kadeh kaldırmak istedim,” diye devam etti Suna yüksek sesle. “Her zaman zeki, çalışkan, bağlı bir adam oldu. Kendi elleriyle bir imparatorluk kurdu.” İnsanlar alkışladı. “Ama son zamanlarda, tartışmalı seçimler yapıyor gibi görünüyor.” Salon sessizleşti. “Dürüst olalım, kendi seviyesinde olmayan bir kadınla evlenmeye karar verdi. Birkaç ay önce evimizin zeminini temizleyen bir kadın.”

Canan, yüzünün yandığını hissetti. İnsanlar fısıldaşmaya başladı.

“Anne, yeter,” dedi Erkan, alçak ve tehlikeli bir sesle.

Ama Suna durmadı. “Sadece oğlumun yakında uyanıp yaptığı hatayı fark etmesini umuyorum. Çünkü bir aile ailedir. Ve bu kadın…” Canan’a küçümseyerek baktı. “Asla bizim bir parçamız olmayacak.”

O anda, Deniz yaklaştı. Hafif sarhoştu. Canan’a kararlı adımlarla yürüdü ve kolunu sertçe tuttu. “Annemi duydun mu?” dedi, sıkarak. “Burada istenmiyorsun.”

Canan kurtulmaya çalıştı ama Deniz daha sıkı tuttu. “Bırak beni,” dedi, titreyen bir sesle.

“Yoksa ne? Ağlayacak mısın ya?”

Cümlesini bitirmedi. Erkan, salonu üç uzun adımla geçti. Deniz’in bileğini öyle sert tuttu ki adam acıdan bağırdı.

Milyoner dedi, “Ellerini karımın üzerinden çek!” Alçak ama tehdit dolu bir sesle.

Salondaki sessizlik mutlaktı. Herkes sahneye şok olmuş bakıyordu. Deniz kurtulmaya çalıştı ama Erkan daha güçlüydü.

“Beni incitiyorsun!”

“Sen önce onu incittin!” dedi Erkan, kardeşini iterek bırakarak.

Deniz öfkeyle geriye sendeledi. “Onu mu seçtin? Kendi ailenden mi? Hiçbir şeyi olmayan bu kadını mı?”

Erkan bir adım öne çıktı. Gözleri öfkeden kararmıştı. “Bu kadın,” dedi, Canan’ı işaret ederek, “hepinizden daha değerli. O çok çalışıyor. Dürüst. Bana saygı duyuyor ve ben onu seviyorum.” Annesine baktı. “Bana saygı duymanız için yıllarca vaktiniz vardı. Beni dinlemeniz için. Ama asla yapmadınız. Beni her zaman bir araç olarak gördünüz. Aile adını korumak için bir araç. Ama ben öyle değilim. Ben bir adamım ve hayatımı kiminle geçireceğimi seçtim.”

Suna solgundu. “Erkan…”

“Hayır, anne. Yeter. Karıma saygı duyamıyorsanız, hayatımda yeriniz yok.”

Canan’ın elini tuttu ve salondan çıktı. Herkes sessizce izledi ve Tekin ailesi, o anda Erkan üzerindeki kontrolü sonsuza dek kaybettiğini fark etti.

O geceden sonra her şey değişti.

Erkan ve Canan salondan el ele çıktılar. Arkalarında fısıldaşmaları, yargılayan bakışları ve Suna ile Deniz’in öfkesini bıraktılar. Eve dönüş yolunda ikisi de konuşmadı. Eve girip kapıyı kapattıklarında, Canan sonunda çöktü. Kanepeye oturdu ve ağlamaya başladı. Yüksek değil, sessiz, ağır bir ağlama. Son ayların tüm acısını sakladığı derin bir yerden gelen bir boşalma.

Erkan önüne diz çöktü ve ellerini nazikçe tuttu. “Üzgünüm,” dedi, suçluluk dolu bir sesle. “O partiyi yapmamalıydım. Sadece insanların seni tanımasını, gerçek seni görmesini istedim.”

Canan başını salladı, gözyaşlarını silerek. “Senin hatan değil. Böyle olacağını biliyordum. Sadece bu kadar acıyacağını beklemiyordum.”

“Bunu çözeceğim,” diye söz verdi Erkan. “Onlara sana saygı duymalarını sağlayacağım.”

Ama aşk ne kadar güçlü olursa olsun, her savaşı kazanmak için yeterli değildir. İki hafta sonra Erkan her şeyi değiştiren bir telefon aldı. Aile avukatındandı. Suna, Erkan’ı dava ediyordu. İşleri yönetemediğini, karısı tarafından yanlış kararlar almaya itildiğini iddia ediyor ve matriyark olarak kontrolü geri alma hakkı olduğunu söylüyordu.

Erkan şok oldu. Annesinin birçok şeye kadir olduğunu biliyordu ama bu, tüm sınırları aşıyordu.

Canan haberi aldığında solgundu. “Bunu benim yüzümden yapıyor,” dedi zayıf bir sesle. “Tüm bunlar benim yüzümden.”

“Hayır, bu kontrol hakkında. O her zaman böyleydi,” diye itiraz etti Erkan.

Ama Canan aklından çıkaramıyordu. Sevdiği adamın hayatını yok ediyordu ve bu içini öldürüyordu.

Sonraki günlerde kararını verdi. Konağa gitti. Yalnız. Erkan’a söylemeden.

Suna, salonda çay içiyordu, bazı arkadaşlarıyla. Canan’ı görünce yüzü kapandı. “Burada ne istiyorsun?” diye sordu soğukça.

“Sizinle konuşmak istiyorum. Özel olarak.”

Suna arkadaşlarını gönderdi ve kollarını kavuşturdu. “Konuş.”

Canan derin nefes aldı. “Davayı durdurmanızı rica etmeye geldim. Bu, Erkan’ı yok ediyor.”

Suna acı bir gülümseme verdi. “Oğlumu yok eden ben değilim. Sensin.”

“Kimseyi incitmek istemedim. Sadece aşık oldum.”

“Aşık mı?” Suna güldü. “Ondan faydalandın. Sefaletten çıkma fırsatı gördün ve kaptın.”

“Öyle değildi,” dedi Canan, titreyen bir sesle. “Oğlunuzu seviyorum.”

“Aşk mı? Aşk fatura öder mi sanıyorsun? İmparatorluk kurar mı? Sen naif bir hayalperestsin.”

Canan, gözyaşlarının gelmek üzere olduğunu hissetti ama tuttu. Yavaşça konuştu. “Eğer hayatından çıkarsam, davayı durdurur musunuz?”

Suna bir an sessiz kaldı. Sonra gülümsedi. “Ah, yani ondan vazgeçmeye hazırsın. Bu her zaman söylediğimi kanıtlıyor. Erkan gibi bir adamın yanında olacak kadar güçlü değilsin.”

“Güçle ilgili değil, aşkla ilgili,” diye karşı çıktı Canan. “Onu benden uzak, mutlu görmeyi, yanımda yok edilmiş görmeye tercih ederim.”

Suna omuz silkti. “Hayatından kaybolursan, davayı durdururum. Sözüm var.”

Canan başını salladı. Gözyaşları sonunda akarak, “Tamam.”

Konağı kalp kırıklığıyla çıktı ve hayatının en zor kararını aldı. Erkan’ı terk edecekti.

Canan o gece daireye dönmedi. Doğrudan Fatih mahallesindeki teyzesinin evine gitti. Ev küçüktü, sade ama o anda kendini güvende hissettiği tek yerdi.

Ayşe Teyze, 63 yaşında, nazik gözlü bir kadın, kapıda gözyaşlarından kızarmış gözlerle onu görünce şaşırdı. Canan teyzesinin kollarına çöktü ve her şeyi anlattı. Konuşmasını hıçkırıklar arasında bitirdi. “Ve şimdi gitmem gerekiyor. Hayatını yok edemem.”

Ayşe yeğeninin yüzünü elleriyle tuttu. “Sevdiğin adamı bırakmanın onu mutlu edeceğine gerçekten inanıyor musun? Onu korumanın tek yolu bu değil, sevgilim. Onu korumanın tek yolu yanında kalmak. Bunu birlikte karşılamak.”

Ama Canan kararını vermişti. Ertesi sabah Erkan’a bir mektup yazdı. Her şeyi açıkladı. Onu o kadar çok sevdiğini, onun yüzünden her şeyi kaybetmesini izleyemeyeceğini söyledi. Onu aramasını rica etti ve mektubu daireye bıraktı.

Erkan o akşam eve geldiğinde mektubu buldu. Dünyası çöktü. Sözcükleri birkaç kez okudu. İnanamıyordu. Canan’ı aradı. Hiçbir şey. Telefonu kapatmıştı. Teyzesinin evine gitti ama Ayşe, Canan’ın onu görmek istemediğini söyledi.

Erkan, boş daireye döndü. Yıllardır ilk kez korku hissetti. Gerçekten seven tek kişiyi, onu sahip olduğu için değil olduğu için gören tek kişiyi kaybetme korkusu.

Ama Erkan vazgeçen bir adam değildi.

Sonraki günlerde zor kararlar aldı. Önce güvendiği bir avukat buldu ve annesinin davasına karşı sağlam bir savunma hazırladı. Belgeleri, sözleşmeleri, yıllardır işleri onun yürüttüğüne dair kanıtları vardı. Suna’nın adı vardı ama gücü artık yoktu.

Sonra konağa gitti. Affetmek için değil, gerçeği söylemek için.

Suna bahçedeydi Erkan geldiğinde. Onu görünce çenesini kibirle kaldırdı. “Aklın başına geldi mi diye bakmaya geldim,” dedi.

“Hayır, kazandığını söylemeye geldim,” diye yanıtladı Erkan sakinçe. “Canan beni bıraktı. Senin yüzünden. Giderse iyi olacağımı sandı. İstediğini elde ettin.”

Suna sessiz kaldı. Oğlunun sesindeki bir şey onu rahatsız ediyordu. “O zaman bu gülünç evliliği bitirecek misin?”

“Hayır,” dedi Erkan. “Onun için savaşacağım. Çünkü hayatımda ilk kez gerçekten seven birini buldum. Param için değil, soyadım için değil, sadece olduğum için.” Annesine üzüntü ve kararlılık karışımıyla baktı. “Bana saygı duymanız için yıllarınız vardı. Ama her zaman daha fazlasını istediniz. Her zaman kontrol etmek istediniz ve şimdi yalnızsınız.”

Suna göğsünde bir sıkışma hissetti. “Yalnız değilim. Çocuklarım var.”

“Hayır anne, çalışanların var. Parana ihtiyaç duydukları için itaat eden insanlar. Ama aşk, saygı… Bunu çoktan kaybettin.” Erkan arkasını döndü ve arabaya yürüdü.

“Davayı geri çekeceğim,” dedi Suna.

Erkan durdu ve döndü. “Ne?”

Suna derin nefes aldı. Daha küçük, daha kırılgan görünüyordu. “Davayı geri çekeceğim ama bu kadını aileye kabul etmeyeceğim.”

“Kabul etmene gerek yok,” dedi Erkan. “Sadece beni rahat bırakman yeterli.” Ve gitti.

Ama Canan’ı bulmak kolay değildi. Numara değiştirmiş, evden çıkmıyor, mesajlara yanıt vermiyordu. Ta ki bir hafta sonra Erkan’ın bir fikri olana kadar. Fatih Mahallesindeki küçük fırına gitti. Canan’ın her sabah ekmek aldığı yere. Mütevazı bir yerdi. Formika masalar ve taze ekmek kokusuyla.

Pencere kenarındaki bir masaya oturdu ve bekledi. Üç gün boyunca her sabah oraya gitti. Sadece bekledi.

Dördüncü gün, o geldi. Canan bez bir çantayla fırına girdi. Erkan’ı otururken görünce dondu.

“Canan,” dedi, kalkarak.

Canan titredi. “Erkan…”

“Seni aramamanı söyledin ve ben seni aramayı bırakamıyorum.” Yavaşça yaklaştı. “Lütfen beni dinle.”

Canan ona baktı. Gözlerindeki acıyı, yorgunluğu görüyordu ve kaçmak istese de yapamadı.

Oturdukları yerde Erkan her şeyi anlattı. Davaya karşı hazırladığı savunmayı, annesiyle konuşmayı, geri çekilmeyi kabul etmesini. “Beni koruman gerekmiyor,” dedi, elini tutarak. “Seni seçiyorum. Her gün seni seçiyorum. Ve neyle karşılaşmam gerekirse umurumda değil. Yeter ki yanımda olayım.”

Canan gözyaşlarının aktığını hissetti. “Ama her şeyi kaybetmenin nedeni olmak istemiyorum.”

“Sen neden değilsin. Ailem… onlar zehirli. Her zaman öyleydiler. Bunu kabul edecek cesaretim yoktu. Önce gözyaşlarını başparmağıyla sildi. “Beni kurtardın Canan. Başka bir yaşam biçimi olduğunu gösterdin. Dünyanın yükünü yalnız taşımak zorunda olmadığım bir biçim.”

Canan, hayatını değiştiren adama baktı. Dünyaları onlara karşı olsa bile onu defalarca seçen adama. “Korkuyorum,” diye itiraf etti.

“Ben de. Ama korkuyu birlikte yaşayalım.”

Ve orada, sade fırında, taze ekmek kokusu ve sabah uğultusuyla çevrili, sarıldılar ve yeniden başlamaya karar verdiler.

Kolay olmadı. Suna sözünü tuttu ve davayı geri çekti ama Canan’ı tamamen kabul etmedi. Deniz kibirli olmaya devam etti ama Erkan üzerindeki etkisini kaybetti. Yüksek toplumdan bazıları hâlâ kötü konuşuyordu ama diğerleri Erkan’ın cesaretine saygı duymaya başladılar.

Canan yeniden okumaya başladı. Erkan onu her zaman hayal ettiği pastacılık kursuna teşvik etti. İki yıl sonra, Kadıköy’de kendi tatlı dükkanını açtı. Küçüktü ama hayat doluydu. Ve Erkan açılışta oradaydı, gururla gülümseyerek.

Aile sadece kan olmadığını öğrendiler. Aile, her şey çöktüğünde yanında kalan, sana saygı duyan, destekleyen ve sevenlerdir. Ve birbirlerinde bunu buldular. Gerçek aşk, engelsiz gelen değil, her engeli karşılayan ve hâlâ kalmayı seçendir.

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News