Garson Tesettürlü Kadına Kötü Davrandı, Restoran Sahibi Olduğunu Öğrenince Şok Oldu!
İstanbul geceleri Boğaz’ın serinliğini taşıdığı zaman, şehir ışıkları suya düşer, martılar kıyıya çarpar gibi geçer. O akşam da tam öyle başladı her şey. 31 yaşındaki Dr. Zeynep Aydın ve 7 yaşındaki oğlu Efe için sıradan sayılabilecek ama yüreği titretecek bir akşam yemeği planladılar. Ama bu gece sıradanlıktan uzaktı.
Zeynep, tarih bölümünde üniversitede ders verirdi. Tesettürlü, sade ama zarif; gösterişten kaçan bir karakteri vardı. Zenginliği eşinin restoran zincirinden geliyordu ama o asla evin balkonunda paraları göstermez, altın takılarla süslenmezdi. Onun gururu, bilgi, vicdan ve insanlığa saygıydı.
Deniz Konağı Restoran, Boğaz’ın kıyısında camları geniş, masaları zarif, mermer zemini parlak bir mekândı. Boğazın rüzgârı camlara vurdukça ışıkları hafifçe titretiyordu. Zeynep ve Efe cam kenarında bir masaya yerleştiğinde mikrofon gibi olan sessizlik onları bir başka huzurla doldurdu. Efe annesine dönüp, “Anne, burası çok havalı. Babam mı yaptı burayı?” diye sordu heyecanla. Zeynep içten bir gülümsemeyle, “Evet canım ama bu akşam sadece seninle benim maceramız,” dedi. Küçük bir öpücük kondurdu Efe’nin yanağına.
Garson geldi; genç bir kadın, adı Buse. Üniforması düzgün, duruşu dikti. Ama bakışları… Tesettürlü kıyafeti ve sade çantası sanki ona göre değildi gibi bir izlenim bırakmıştı. Rezervasyon sorusuyla başladı: “Rezervasyonunuz var mı?” dedi. Zeynep sakinlik ve nezaketle, “Evet, Zeynep Aydın adına,” dedi. Buse defterine baktı, kaşlarını kaldırdı. “Buluyorum ama burası biraz farklı bir yer, bilmenizi isterim,” dedikten sonra menüyü bıraktı.
Efe sordu sessizce: “Anne, niye böyle konuşuyor?” Zeynep oğlunun elini sıkarak, “Bazı insanlar yanlış düşünür Efe, boşver,” dedi. Ama içinde buruk bir şeyler kaldı. Her defasında başına gelen bu durumlar, dalga geçmeler, alaycı bakışlar… Zeynep bunlara alışkındı, ama her yeni karşılaşma bir yara daha bırakıyordu.
Siparişi verdiklerinde, garsonun davranışı daha da rahatsız edici hâle geldi. Limonata istediğinde alaycı bir burun kıvırdı: “Sadece limonata mı? Burası daha sofistike zevklere hitap eder,” dedi. Diğer masalara neşeyle hizmet verirken Zeynep ve Efe’in masasını görmezden geliyordu. Masalar arası geçişleri uzun tutuyordu; sanki bu masa, o mekânın girilen kısmı değilmiş gibi.
Balık köftesi geldiğinde, garson tabağı Zeynep’in önüne sertçe bıraktı, “Afiyet olsun,” dedi ama sesi sahteydi. Zeynep nazik ama kararlı bir tonda, “Teşekkür ederiz, ama biraz daha kibar olabilirsiniz,” dedi. Buse omuz silkerek gitti. Efe hüzünle annesine baktı. “Anne, gidelim mi?” diye sordu. Zeynep oğlunun gözlerine baktı, “Hayır Efe, burası bizim de hakkımız,” dedi. O dakikadan itibaren kararlılığı büyüdü içten içe.
Restoran müdürü Selim Bey yaklaşınca Zeynep’e sordu nazikçe: “Her şey yolunda mı Zeynep Hanım?” Zeynep gülümsedi, ama gözleri Buse’deydi. “Şimdilik evet, teşekkür ederim. Sadece yemeğimizi yiyelim,” dedi. Konuşurken sesi titremedi; tok ama nazik kaldı.
Masada ekmek isteyince de benzer bir sahne oldu: ekmek için “Herkes ekmek istemez ki burada,” diyerek alaycı bir cevap geldi. Ama Zeynep ekmeği istedi, istediği şekilde… Burs, iyi eğitim, düzgün imkânlar… Hepsi haklarıydı; kimse görünüşüne bakarak insanı küçültemezdi.
Yan masadaki yaşlı çift ve diğer müşteriler sessizce Zeynep’i destekledi. Sessizlik bazen sözcüklerden daha kuvvetliydi. Küçük Efe, annesinin bu sabrına, bu nezaketine hayranlıkla baktı. “Anne, niye bir şey demiyorsun?” diye fısıldadı. Zeynep kulağına eğildi, “Çünkü bazen susmak en büyük cevaptır. Sabır her kapıyı açar,” dedi. Bu söz, küçük adamın içini bir ışıkla doldurdu.
Ve tam o sırada restoranın kapısı aralandı; içeri kocası Mert Aydın girdi. Oğlunun sevinçli bağırışıyla “Baba!” diyerek ona koştu Efe. Mert o karanlık akşamın gölgeleri arasında içeri adımını attığında, sessizlik bir anda fark edilmez bir yük gibiydi. Restoran müdürü kısa bir özet geçirdi; Mert’in yüzü ciddileşti, fakat adımlarında bir sakinlik vardı.
“Bayan,” dedi Mert, garsona dönerek, “bu restoran benim ve eşim Zeynep’in; sen şu an eşime hakaret ettin,” dedi soğuk ama kontrollü bir sesle. Gözleri ortamın her köşesinde bir ağırlık dağıttı. Garsonun yüzü dondu; “Siz sahibi misiniz?” dedi kekeleyerek. Gözleri açılmış, yalancı bir nonşalanma yerini utançla karışık şaşkınlığa bıraktı.
Müşteriler şaşkınlıkla birbirine baktı. Yaşlı kadın, “Helal olsun hanımefendi, sabrınıza hayran kaldık,” dedi alkışlarla. Buse utançtan bakamadı insana; “Ben bilmiyordum. Özür dilerim,” dedi sesindeki kırılganlıkla. Gözleri dolmuştu, elleri titriyordu.
Zeynep ayağa kalktı, Buse’ye yaklaştı. Herkes onu izliyordu. “Buse,” dedi sakin ama güçlü bir sesle, “insanlara dışarıdan bakıp karar veremezsin. Ne kıyafet ne görünüş ne de sipariş ettikleri yemek kimseyi küçük yapmaz.” Sesinde merhamet ve kararlılık vardı. “Ben bir profesörüm; ama en önemlisi bir anneyim. Oğluma saygının ve sabrın değerini öğretmek için buradayım. Umarım sen de bugün bir şey öğrenmişsindir.” Böylece sözünü bitirdi.
Restorandaki sessizlik kısa sürdü, sonra alkış yükseldi. Çoğu müşteri ona destek gösterdi; “Sizin sabrınıza hayran kaldık,” diyenler oldu, kimi de “Helal olsun hanımefendi.” Efe annesine sarıldı, “Anne sen en iyisisin,” dedi. Kocası Mert sessizce geldi, Zeynep’in elini tuttu. “Tatlı yiyelim, tatlı konuşalım,” dedi Mert gülümseyerek. O akşam sadece bir yemek değil; bir hayat dersi tamamlanmıştı.