“Son sözlerini söylemen için beş dakikan var,” dedi polis, masum bir adama kelepçeleri takarken.

“Son sözlerini söylemen için beş dakikan var,” dedi polis, masum bir adama kelepçeleri takarken.

İstanbul güneşi acımasızca vuruyordu; sanki gökyüzü bile suçlulardan çok yoksulları yargılıyordu. “Güneş Marketi”nin önünde, elleri titreyen, un lekeli bir adam kimsenin dinlemek istemediği bir şeyi açıklamaya çalışıyordu.

—Yemin ederim, hiçbir şey çalmadım, memur bey… —dedi kısık bir sesle.
—Son sözlerini söylemen için beş dakikan var —dedi polis umursamazca kelepçeleri sıkarken.

Adamın adı Emre’ydi. On üç yaşından beri fırında çalışıyordu. Temizlikçi bir annenin ve iş bulmak için giden ama dönmeyen bir babanın oğluydu. Mahallede herkes onu “herkese yardım eden çocuk” olarak tanırdı, ama takım elbiseli dünya için o sadece bahane uyduran başka bir yoksuldu.

Birkaç metre ötede, market sahibinin kızı Zeynep, kaşlarını çatmış halde izliyordu.
—Baba, gerçekten onun çaldığına mı inanıyorsun? —diye sordu.
—Saf olma, Zeynep —diye yanıtladı Bay Rıza, kusursuz kravatlı, katı bir adam—. Fakirlerin her zaman karnı açtır, açlık da hırsızlıktır.

Sözler, bir mahkeme kararı gibi düştü.

Saatler önce, Emre fırından taze ekmek teslim etmek için çağrılmıştı. Bu, borçlar yüzünden kapanmak üzere olan annesinin küçük fırınını kurtarmak için son şansıydı. İmzalı bir fatura getirmeye söz vermişti… ama bunun yerine bir suçlamayla karşılaştı.

Tam o sırada, market sahibinin ofisinden bir mücevher kutusu kaybolmuştu.
Ve yoksul her zaman en kolay şüphelidir.

Karakolda, Emre sessiz kaldı. Nakledilmeden önce beş dakikası vardı.
Beş dakika — hayatını, adını, onurunu kurtarmak için.

Bu sırada Zeynep, merakla güvenlik kameralarını incelemeye başladı. Bir şey tuhaftı: bir gölge, bir hareket, camda bir yansıma… Ofise giren Emre değildi.
O, herkesin güvendiği güvenlik görevlisiydi.

Zeynep kalbi çarparak karakola koştu. Tam Emre götürülmek üzereyken içeri girdi.
—Durun! O değildi! —diye bağırdı, telefonunu göstererek—. Kameralara bakın!

Sessizlik çöktü. Polis başını eğdi. Bay Rıza bembeyaz kesildi.

Emre sadece gözlerini kapattı. Ne gülümsedi ne ağladı. Ama duruşu değişmişti: artık yoksul bir adam gibi görünmüyordu. Aşağılanmaya karşı galip gelen bir adam gibiydi.

Saatler sonra, ailenin mütevazı fırınında kapı zili çaldı.
Gelen Bay Rıza’ydı. Elinde bir kutu vardı.
—Özür dilemeye geldim —dedi, kutuyu tezgâha koyarken—. İçinde yeniden başlaman için bir şey var.

Emre kutuyu açtı: İçinde para yoktu, sadece imzalı bir mektup.
“Güneş Marketleri’nin tüm şube

Emre derin bir nefes aldı. Sessizce unlu ellerini sildi ve pencereden dışarı baktı. İstanbul güneşi yeniden batıyordu, ama bu kez sıcaklık acıtmıyordu.

Kapıda Zeynep belirdi.
—Fırına yardım edebilir miyim? —diye sordu, gülümseyerek.
Emre ona baktı ve uzun zamandır ilk kez gülümsedi.
—Tabii. Ama dikkat et… Sıcak ekmek, kelimelerden daha çok yakar.

Ve birlikte güldüler.

Mahalle günlerce “masum fırıncı”yı konuştu. Adalet bazen geç gelir, ama gelir.

Sonunda Emre fırını yakarken tek bir düşünce geçti aklından:
“Ekmek büyümek için ateşe ihtiyaç duyar. İnsanlar ise uyanmak için adaletsizliğe.”

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News