80 Yaşındaki Adam, “Öğrenci Olmanın Nasıl Bir His Olduğunu Merak Ettim” Diyerek Üniversiteye Girdi
Mehmet Arslan seksen yaşına bastığında, Üsküdar’daki mahallesini şaşkınlığa boğan bir karar verdi: Üniversiteye kaydolacaktı. Ne bir diploma peşindeydi ne de birini etkilemek istiyordu. Sadece yüzünde yaramaz bir gülümsemeyle şöyle dedi:
— Öğrenci olmanın nasıl bir his olduğunu merak ediyorum.
Mehmet hayatı boyunca marangozluk yapmıştı. On iki yaşında, babasını atölyede yaşanan bir kazada kaybettikten sonra okulu bırakmak zorunda kalmış, annesine ve üç küçük kardeşine bakmak için çalışmaya başlamıştı. Gençliği, taze kesilmiş tahtaların kokusu, talaş tozu ve çekiç sesleri arasında geçmişti.
Ama derinlerde bir yerlerde, kitapların içinde saklı dünyalara karşı duyduğu merak hiç sönmemişti. Üsküdar’daki eski Felsefe Fakültesi’nin önünden geçerken, gençlerin kahkahalarını, tartışmalarını ve defterleriyle koşuşturmalarını izler; “özgürlük işte böyle bir şey olmalı” diye düşünürdü.
Yıllar boyu kendine bir söz vermişti: Bir gün o kapıdan işçi olarak değil, öğrenci olarak girecekti. Ama zaman denen şey hep önüne engeller koymuştu — iş, aile, hastalık, yalnızlık.
Bir sabah, kahvaltı ederken duvardaki takvime baktı ve içinden geçirdi: “Şimdi yapmazsam, bir daha asla yapamam.”
Ve o gün, ikinci gençliği başlamış oldu.
Üniversitenin sekreteri kırklı yaşlarında, kırmızı çerçeveli gözlükleriyle oturuyordu. Mehmet bastonuyla içeri girince neredeyse çayını boğazına kaçırıyordu.
— Torununuz için mi kayıt yaptıracaksınız? — diye sordu gülümseyerek.
— Hayır hanımefendi, kendim için geldim.
Haber kampüste yıldırım gibi yayıldı: “Tarih Fakültesi’nde bir dede varmış!” Öğrenciler ona hem hayranlık hem sevgiyle bakıyordu. Ama kimse, Mehmet Bey’in içindeki enerjiyi tahmin edememişti. Her derse katılıyor, notlarını özenle tutuyor, öyle sorular soruyordu ki profesörler bile şaşkınlıktan gülümsemekten kendini alamıyordu.
Tarih hocası Prof. Yalçın sık sık şöyle derdi:
— Mehmet Bey soru sorduğunda hepimiz bir şey öğreniyoruz.
Kısa sürede kampüsün yaşayan efsanesi haline geldi. Onu felsefe kahvelerine, politik tartışmalara ve hatta öğrenci partilerine bile çağırıyorlardı. O da alkolsüz birasıyla kadeh kaldırıyor, 1950’lerin İstanbul’undan hikâyeler anlatıyordu.
Ama onun için bu yolculuk sadece merak değildi. Her okuduğu sayfa, okuldan ayrılmak zorunda kalan o çocuğun yarım kalmış sohbetiydi. Her ders, geçmişle barışma yoluydu.
Geceleri kendi yaptığı ahşap masasında oturur, defterine yazardı:
“Bugün öğrendim ki başlamak için asla geç değil. Merak yaşlanmaz, sadece sırasını bekler.”
Öğrenciler onu çok seviyordu. Kimisi “Bilge Dede” diyordu, kimisi sadece “Mehmet Abi.” O, kendine güvenini yitirmiş herkese umut olmuştu.
Bir gün, İkinci Dünya Savaşı dersinde elini kaldırdı ve şöyle dedi:
— Uzun yaşadım ve öğrendim ki insanın en büyük düşmanı savaş değil, yeniden denemekten korkmaktır.
Bu sözleri sosyal medyada yayıldı, yerel gazeteler röportaj yapmak için sıraya girdi. Radyo programlarına çıktı, televizyon haberi oldu, ülkenin dört bir yanından gençlerden mektuplar aldı: “Teşekkürler Mehmet Bey, bize hayal kurmanın yaşı olmadığını hatırlattığınız için.”
İkinci sınıfta pandemi başlayınca evden ders görmek zorunda kaldı. Bilgisayar ilk başta düşmanı gibiydi ama sabırla —ve komşusu Elif’in yardımıyla— kullanmayı öğrendi.
— İnternet duvarsız bir kütüphane — derdi büyülenmiş gibi. — Meğer daha görecek çok şey varmış.
Kampüste bastonuyla yürürken öğrenciler saygıyla yol verir, alkışlardı. Mehmet de teatral bir selamla gülüşmelere neden olurdu.
Ama elbette her gün kolay değildi. Dizleri ağrıyor, gözleri zayıflıyor, hafızası bazen oyunlar oynuyordu. Yine de kararlılığı hepsinin önündeydi:
— Nefes aldığım sürece öğreneceğim — derdi.
Dördüncü yılın sonunda, Çağdaş Tarih sınavına hazırlanıyordu. O sabah, düğününde giydiği bej keten takımıyla okula geldi. Öğrenciler alkışlarla karşıladı. Prof. Yalçın sınav kâğıdını uzattı:
— Mehmet Bey, ne olursa olsun, en önemli dersi zaten geçtiniz.
(… hayat, zaman ve öğrenmenin değeri üzerine duygusal bir son …)