Ailesi tarafından reddedilen bir çocuk — annesini aldatan adamın yüzünü taşıdığı için

Yağmur, İstanbul’un kenar mahallelerinden biri olan Gökçe Mahallesi’nin çinko çatılarında ince ince dans ediyordu. Sokak, ucuz ekmek kokusu ve kırılmış umutlarla doluydu. Demir kapılı, fildişi renkli büyük bir evde, on üç yaşındaki Kerem yaşıyordu — yanlış bir yüzle doğmayı asla istememiş bir çocuk.
Diyorlardı ki, onun gözleri annesini mahveden adamın gözleriydi.
Diyorlardı ki, gülüşü o hainin gülüşüne benziyordu.
Ve bu yüzden annesi her baktığında, içinde bir şey biraz daha kırılıyordu.
Kerem, evdeki sessizliklerin neden bu kadar ağır olduğunu anlamıyordu.
Annesi Meryem Hanım, zengin Aksoy Ailesi’nin aşçısıydı — paranın her günahı temizleyebileceğine inananlardan.
Meryem, bahçenin arkasındaki küçük bir odada yaşıyordu; onunla birlikte, yasak yüzlü çocuğu Kerem de.
Bazen, Leyla Hanım Aksoy lüks arabasıyla evden çıkarken, Kerem demir kapının camındaki kendi yansımasına bakardı.
“Kabahat sende değil,” derdi kendi kendine, fısıltıyla.
Ama o sözlerin yankısı boş gelirdi; sanki dünya onunla alay ediyordu.
Bir gün, salonun yerini silerken Aksoy’ların tartışmasını duydu:
—“O kadına hâlâ iş veriyorum, tamamen merhametimden,” diyordu Leyla Hanım. “Oğluna gelince… burada bile olmaması gerek.”
—“Çocuğu rahat bırak,” dedi Rıza Bey, ailenin reisi. “Gazetenin kenarına çizdiklerini gördüm — saf sanat.”
O gün, Kerem ilk kez gerçekten biri tarafından görülmüştü.
Gizlice çizmeye başladı. Yüzler, gölgeler, düşler çiziyordu.
Mutfak kömürünü, eski kâğıtları kullanıyordu.
Sanatı, soyadının acıttığı tek yerden sığınaktı.
Ama o kış gecesi her şey değişti.
Köşk alev aldı. İpek perdeler, Fransız tabloları, her şey yanıyordu.
Herkes kaçtı — Kerem hariç.
Dumanın içinden, Elif Aksoy’un çığlığını duydu — patronun küçük kızı.
Düşünmeden camı kırdı, içeri daldı ve onu kurtardı.
Duman, kül, alev… ama Elif’i kollarında taşıyordu.
Sabah olduğunda yangın söndü.
Basın geldi.
Manşetler şöyleydi: “Aşçının oğlu, Aksoy ailesinin kızını kurtardı.”
Ama hikâye orada bitmedi.
Birkaç gün sonra Rıza Bey onu çağırdı.
Masasının üzerinde tozlu bir portre vardı.
—“Bu adamı tanıyor musun?” diye sordu.
—“Hayır efendim,” dedi Kerem.
—“O benim ortağımdı… ve senin aileni yıkan adam. Aynı zamanda babandı.”
Dünya durdu.
Kerem anladı: Annesinin acı dolu bakışlarını, insanların nefretini…
Teninde düşmanın izi vardı.
Ama Rıza Bey nefretle konuşmadı.
—“Yetenek, babanın günahlarını taşımaz,” dedi, ona sanat bursunu uzatırken. “Sen onun gölgesi değil, kendi ışığının sahibisin.”
Aylar sonra Kerem, ilk eserini bir sanat galerisinde sergiledi.
Tablonun adı “Kefaret”ti: Elinde yanan bir ev tutan, yüzü huzurlu bir çocuk.
Kalabalığın arasında annesi gözyaşlarını tutarak baktı.
—“Onun gözlerine sahipsin,” fısıldadı, “ama kalbin sadece senin.”
Alkışlar, flaşlar, ışıklar…
Ve ilk kez, lanetli yüzlü çocuk, kim olduğu için sevildi:
Bir yaratıcı, bir yansıma değil.
Çünkü kan kaderi belirler,
ama ruh… kim olmak istediğini her zaman seçebilir.