Ambulans sirenleri arasında hemşire hastayı tanıdı: yıllar önce kaybolan kardeşiydi
Gece antiseptik ve yorgunluk kokuyordu. Elif, İstanbul’un kenar mahallelerinden birinde bulunan Halk Sağlığı Hastanesinde on iki saattir nöbetteydi. Burası, yoksulların umutla geldiği, zenginlerinse mecbur kalmadıkça adım atmadığı bir yerdi.
Dışarıda ambulans sesleri hiç susmuyordu. İçerideyse hayatın kokusu; ter, aciliyet ve kabullenişti.
Elif, buruşmuş üniformasıyla görünmez gibiydi. En azından, özel üniversitelerden mezun, soyadları tanınmış genç doktorlar onu öyle görüyordu. Onlar için o sadece bir hemşireydi — tepsiler taşıyan, yaraları saran bir gölge.
Ama o gece her şey değişti.
Siren sesi sessizliği yırttı. Ambulans hızla acil servise girdi. Şoför bağırdı:
— Otoyolda kaza! Durumu ağır, olası beyin travması!
Elif hemen koştu. Sedye kaldırıldığında dünya durdu.
Oksijen maskesinin altında, kanla kaplı bir yüz…
Ve o yüz, sekiz yıldır görmediği, ama asla unutamadığı biriydi.
— Allah’ım… Mehmet!
Genç asistan şaşkınlıkla baktı.
— Tanıyor musun onu?
Elif cevap veremedi. Sadece yaralının elini tuttu.
Mehmet. Küçük kardeşi.
Yoksulluktan bıkıp bir gün evden kaçan, “Bir daha damlayan çatı altında uyumayacağım” diyen çocuk.
Ameliyat uzun sürdü. Elif kalbini boğazında hissediyordu. Cerrahlar uğraşırken, anılar yıldırım gibi aklını vurdu: sokaklarda aradığı günler, pencerede ağladığı geceler, ölüm döşeğindeki annesine verdiği söz:
“Onu bulacağım, yemin ederim.”
Ama başhekim içeri girdiğinde sesi bistüri kadar soğuktu.
— Sen, hemşire. Dışarı çık. Burası senin yerin değil.
— O, benim kardeşim…
Kaşlarını kaldırdı:
— O zaman profesyonel ol. Pazar kadını gibi değil.
Sözleri, iğneden daha çok acıttı. Elif dışarı çıktı. Gözleri öfke ve çaresizlikle doluydu.
Saatler sonra, Mehmet hayatta kaldı.
Ama asıl yara şimdi açılacaktı.
Uyandığında, Elif’i hemen tanımadı. Yüzü yılların, hayatın ve gururun izleriyle doluydu.
— Neredeyim? — diye fısıldadı.
— Halk Sağlığı Hastanesi’ndesin. Benim, Elif.
Mehmet baktı, sonra gözlerini kaçırdı.
— Olamaz…
— Evet, o Elif. Sen zengin olma hayalleri kurarken mercimek çorbası pişiren Elif.
Gözlerinden yaşlar süzüldü.
Birkaç gün sonra gerçek ortaya çıktı. Mehmet artık sıradan biri değildi: kazaya neden olan inşaat şirketinin sahibiydi. Ve Elif, hastane belgelerinde şirketin adını gördü: Karadeniz Yapı — annelerini evlerinden atan aynı şirket.
Kader, zalim ve adildi; onları yeniden bir araya getirmişti.
Elif, hastane müdürünün odasına çağrıldı.
Orada Mehmet vardı. Pahalı bir takım elbise içinde, utancını gizlemeye çalışan bir adam.
— Burada çalıştığını bilmiyordum — dedi.
— Ben de senin, yoksulların yıkıntıları üzerinde saraylar kurduğunu bilmiyordum.
Sessizlik.
Başını eğdi.
— Hayatta kalmak için yaptım.
— Hayır. Nereden geldiğini unutmamak için yapmalıydın.
Mehmet konuşmak istedi ama sesi titredi.
Elif kapıya yöneldi.
— Elif… — dedi. — Yıktığımı onarmama izin ver.
— Önce kendini onar. En derin yaralar, bedende değil.
Haftalar sonra, hastaneye anonim bir bağış geldi:
“Pediatri servisini yenilemek için.”
Ve bir mektup:
“Bağış nöbetçi hemşireye. Affını hak ettiğimi sanmıyorum. Ama hiçbir şeyi olmayan çocuklar bir gün umut etsin istiyorum. Bana kim olduğumu hatırlattığın için teşekkür ederim.”
— M.
Elif mektubu sessizce okudu.
Sonra gri gökyüzüne baktı, derin bir nefes aldı ve gülümsedi.
Tüm mucizeler ışıkla gelmez.
Bazıları siren sesleriyle gelir.