Babalarının toprakları için kavga eden iki kardeş, onun küçük oğlunu kurtarmak için toprağı sattığını öğrendiler.

Babalarının toprakları için kavga eden iki kardeş, onun küçük oğlunu kurtarmak için toprağı sattığını öğrendiler.

Bir zamanlar, yumuşak tepelerle çevrili verimli bir vadide, ailesinden kalan küçük bir çiftliği olan Hüseyin Bey adında bir adam yaşardı. Bu topraklar mütevazıydı; yeşil çayırlarla, otlayan ineklerle, sebze tarlalarıyla doluydu. Ama en çok da geçmişin hatıralarıyla çiçek açardı. Hüseyin Bey’in iki oğlu vardı: büyüğü Kerem, küçüğü Emre.
Çocukluklarında her zaman yan yanaydılar; akşamüstü çayırlarda koşar, derelere taş atar, çiftliğin sınırındaki yaşlı çınara tırmanırlardı. Ama aralarında farklar da vardı: Kerem çalışkan, sakin ve sabırlıydı; Emre ise aceleci, bencil ve kolay yolu arayan biriydi.
Yıllar geçti, Hüseyin Bey yaşlandı. Yüzü kırıştı, elleri nasır tuttu, ama çiftlik hâlâ onun hayatıydı — hem yükü, hem de gururu. Bir gün iki oğlunu yanına çağırdı. Yorgun sesiyle, “Bu toprak,” dedi, “bizim soyumuzun simgesi. Ben çalışamaz hale geldiğimde, siz devam edeceksiniz. Her biri kendi payına düşeni koruyacak.”
Kerem sessizce başını salladı. Emre ise kaşlarını çattı; çünkü o, payının daha büyük olması gerektiğini düşünüyordu. O, evde kalmıştı; Kerem ise yıllar önce İstanbul’a çalışmaya gitmiş, yalnızca yazları geri dönmüştü. O andan itibaren, aralarında sessiz bir gerginlik başladı — her biri ötekinin payını kıskanır oldu.
Zaman geçti. Hüseyin Bey hâlâ tarlada çalışıyordu ama gücü tükeniyordu. Bir gün, köyden bazı adamlar geldi; yüzleri endişeliydi. Küçük oğlu Emre büyük bir borca girmişti. Parayı kumara, eğlenceye harcamıştı ve alacaklılar borcun karşılığı olarak çiftliği istiyordu. Emre babasından yardım istedi ama Hüseyin Bey’in elinden bir şey gelmiyordu.
O gece Hüseyin Bey uyuyamadı. Evde ileri geri dolaştı, sabaha karşı kararını verdi: Toprağı satacaktı. O toprak, ömrü boyunca gururu olmuştu ama şimdi oğlunu kurtarmak için elinden çıkarmalıydı. Sabahın erken saatinde, kimseye söylemeden köyün adamlarıyla buluştu, tapuları imzaladı. Paranın büyük kısmını Emre’nin borcunu ödemeye harcadı, kalanını oğlunun yeniden başlaması için sakladı.
Kerem, ertesi gün tohum almaktan döndüğünde ev sessizdi. Babası başını öne eğmiş oturuyordu. “Ne oldu baba?” diye sorduğunda, Hüseyin Bey kısık sesle, “Artık çiftlik bizim değil,” dedi. Kerem dondu kaldı. Gözleri tarlalara kaydı — artık başkalarına ait olan çayırlara.
Emre eve döndüğünde, başta her şeyin kendi lehine olduğunu düşündü. Ama gerçeği öğrenince şok oldu: babası, çiftliği sadece Kerem’in değil, onun da elinden çıkarmıştı. “Seni kurtarmak için sattım,” dedi Hüseyin Bey, “Çünkü her şeye rağmen sen de benim oğlumsun.”
O anda fırtına koptu. Kerem öfkeyle bağırdı: “Nasıl yaparsın baba! Benim hakkım ne olacak?” Emre utandı, bir şey diyemedi. Hüseyin Bey sadece elini kaldırdı: “Sebebini sormayın,” dedi, “neden değişmeniz gerektiğini sorun.”
O gece kavga çıktı. Kerem sinirle Emre’ye saldırdı, itip kakıştılar. Babaları, gözyaşlarıyla sessizce izledi. Sonunda ikisi de yaralandı — sadece bedenleri değil, gururları da. Ama en çok acıtan, bir daha geri dönmeyecek o topraklardı.
Sabah olunca sessizlik çöktü. Kerem ahıra indi, artık kendisine ait olmayan ineklerin yanına oturdu. Çocukluğunu hatırladı. Emre ise köyden kaçtı; utanç içindeydi. Hüseyin Bey verandada oturdu, boş tarlalara baktı.
Günler geçti, kardeşler birbirinden kaçtı. Köylüler fısıldaştı: “Hüseyin Bey’in oğulları kavga ediyor.” Ama kimse toprağın artık onlara ait olmadığını bilmiyordu.
Sonra Hüseyin Bey, Kerem’i çağırdı. “Sana bilmediğin bir şeyi anlatmam gerek,” dedi. Onu eski mahzene götürdü. “Toprağı senin elinden almak istemedim. Ama ailemizin adı yok olacaktı. Emre batacaktı. Ben sadece kurtarmak istedim.”
Kerem sessizce dinledi. Hüseyin Bey devam etti: “Toprağı sattım çünkü artık çalışamıyordum. Ama aslında sattığım şey toprak değil, bir hayaldi. Umudu hâlâ sizde bıraktım.”
O anda Kerem anladı. Miras sadece toprak değildi; sabır, emek, sevgi ve sorumluluktu.
Emre başka bir şehre gitti, sıfırdan başladı. Parası yoktu ama bu kez alçakgönüllüydü. Çalıştı, biriktirdi, kardeşine mektup yazdı, özür diledi.
Altı ay sonra köye döndü. Elinde küçük bir tohum torbası ve eski bir kürek vardı. “Ağabey,” dedi, “affet beni. Yeniden başlayalım.” Kerem uzun süre sustu, sonra elini uzattı: “Tamam,” dedi, “ama önce babamızla konuşalım.”
Üçü verandada toplandı, gün batımında. Hüseyin Bey gülümsedi: “İşte istediğim buydu,” dedi. “Birlikte kalmanız.”
Böylece eski çiftliği değil, kırılan güveni yeniden inşa ettiler. Kerem sabrı, Emre alçakgönüllülüğü öğretti. Hüseyin Bey huzurla gözlerini kapadı.
Köylüler bu hikâyeyi dilden dile anlattı: Gerçek servet toprakta değil, onu birlikte işleyen kalplerdedir.
Ve her sabah, sınırdaki yaşlı çınarın altında, iki kardeş rüzgâra gülümserdi. Ne kin kaldı, ne hırs. Sadece yaşam.
Ve herkes öğrendi: miras toprak değildir, toprağın anlamıdır.

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News