Bağışlanan gözleri alan kör kız… ve sevdiği çocuğun gözleri olduğunu keşfetti
Sabah tozu ve taze kahve kokusu birbirine karışıyordu. İstanbul’un eski semtlerinden birinde, küçük bir evde Elif Karaca duvarları yoklayarak bastonunu arıyordu. Doğuştan görme engelliydi, ama dünyayı gözleriyle gören pek çok insandan daha iyi dinliyordu.
Elif, şehrin en güçlü ailelerinden biri olan Demir ailesinin malikanesinde temizlikçi olarak çalışıyordu. Her gün, soğuk mermerlerde yankılanan kendi adımlarını ve hiç bitmeyen yapay kahkahaları dinliyordu. Bazen yerleri silerken, sessizliğin sözlerden daha dürüst olduğunu düşünürdü.
Bir gün, eve yeni bir misafir geldi: Ailenin küçük oğlu Arda Demir. Yurtdışında ekonomi okumuş, pahalı takımlar giymiş, ayrıcalığın kokusunu taşıyordu. Evdeki herkes ona hayrandı… Elif hariç.
—Bir temizlikçi sanat hakkında ne bilebilir ki?— dedi bir gün, kütüphanedeki kitapları düzenlerken Elif’in arkasından.
Elif cevap vermedi. Ama o gece salondan gelen piyano sesini duyduğunda, hayatının en sessiz gözyaşlarını döktü. Çünkü Arda bilmezdi ki, o dünyayı görmese de müziğin ruhunu görebiliyordu.
Günler geçti. Arda malikanede daha çok vakit geçirmeye başladı. Meraktan mı, sıkıntıdan mı bilinmez, Elif’le konuşmaya başladı. Nesneleri nasıl tanıdığını, renkleri nasıl hayal ettiğini sorardı.
Elif sakin bir sesle cevap verirdi:
—Kırmızı, kırılmış bir söz gibi ses çıkarır. Mavi… ulaşamayan bir sarılma gibidir.
Arda sustu. Parayla alınamayacak bir güzelliği ilk kez duymuştu.
Zamanla onu bekler oldu. Elif yakındayken piyanoya oturur, notaların arasında onun gülümsemesini izlerdi.
Elif farkında olmadan o sese, o kalbe âşık oldu. Arda ise, onun karanlığında gerçek ışığı buldu.
Bir fırtına akşamı, malikânenin önünde bir araba aniden durdu. Arda dışarı fırladı: Mahalledeki bir çocuk nehre düşmüştü. Düşünmeden suya atladı.
Çocuğu kurtardı… ama akıntı onu sürükledi.
Demir ailesinin evi haftalarca sessiz kaldı. Çiçekler, gazeteciler, yapay gözyaşlarıyla doldu. Elif cenazeye davet edilmedi. Sadece kapıda durdu, hâlâ onun kokusunu taşıyan havayı soludu.
Aylar geçti. Bir gün hastanede doktor ona bir mucize haber verdi:
—Elif Hanım, uygun bir donör bulundu. Görme şansınız var.
Elif ağlayarak evrakları imzaladı. Ameliyat uzun sürdü. Bandajlar açıldığında, ışık onu çarptı. İlk kez gördü. Dünya hayal ettiğinden de güzeldi… ta ki gerçeği öğrenene kadar.
Doktorun verdiği zarfta el yazısıyla bir mektup vardı. Her kelimede onun sesini tanıdı:
“Bir gün görebilirsen, ilk bakan gözlerin benimkiler olsun isterim. Sana bir gelecek veremedim ama sana dünyayı verebilirim.
—Arda.”
Elif dizlerinin üzerine çöktü. Renkler, gözyaşları, adaletin ağırlığı… hepsi birbirine karıştı. Arda —o ulaşamayacağı çocuk— ona kelimenin tam anlamıyla hayatını vermişti.
Elif bir daha malikaneye dönmedi. Ama her yıl, ameliyat gününde kapıya imzasız beyaz zambaklar bırakırdı.
Bir gün, Arda’nın babası onu gördü.
—Sen… temizlikçiydin, değil mi?
Elif başını salladı.
—Oğlum senden bahsederdi. “O, hepimizden daha çok görüyor,” derdi.
Elif gülümsedi.
—Oğlunuz bana gözlerin yüzde değil, ruhta olduğunu öğretti.
Yaşlı adam başını eğdi. Gücün yoksulluğunu ilk kez anladı.
Yıllar sonra Elif, İstanbul’un kenar mahallesinde görme engelli çocuklar için küçük bir okul açtı. Girişte bir tabela vardı:
“Arda Demir Vakfı – Herkes kalbiyle görmeyi öğrensin diye.”
Her akşam, güneş çatıların ardında kaybolurken Elif o eski piyano başına oturur, notalarla gökyüzüne seslenirdi — kendisine hayatı geri veren gözleri ararcasına.