Barış Kanatlarının Habercisi: Savaştan Buluşmaya Umut Taşıyan Güvercinin Uçuşu
Haritaların unuttuğu bir köşede, binaların duvarları yara izleriyle doluydu ve rüzgâr, acı dolu hikâyeleri taşıyor gibiydi. Orada Emir adında bir çocuk yaşıyordu. Dokuz yaşındaydı, ama gözlerinde erken gelen bir olgunluk vardı; çünkü savaşın neleri alıp götürebileceğini çok erken öğrenmişti. Evi çatlak duvarlıydı, bombardıman gecelerinde sığınak olarak kullandıkları eğik bir duvarı vardı. Annesi Zehra, mahalledeki küçük çocuklarla birlikte bölgeden ayrılmayı başarmış, şimdi Fırat Nehri’nin diğer yakasında, düşmanlıkla bölünmüş toprakların öte yanında yaşıyordu. Emir ise kalmıştı. Çünkü başka seçeneği yoktu: Babası, pazara yiyecek götürürken bir patlamada kaybolmuş, ablası ise karşı tarafta boru onarımında gönüllü olmuştu. Böylece Emir, bir güvercin kanadı kadar hafif bir umuda tutunarak yaşamaya devam etti.
Her sabah, günün ilk ışıkları yıkıntıların arasından süzülürken, Emir sadık dostuyla dışarı çıkardı: sağ kanadında gri bir leke olan beyaz bir güvercinle. Adı Nur’du — kendi dilinde “ışık” demekti. Nur’u, yıkılmış okulun bahçesinde uçan bir sürüden kurtarmıştı. Bir ayağı sakattı. Emir, yaşını inkâr eden bir şefkatle onu iyileştirdi, besledi. O an anladı ki bu kuş sadece yıkık çatılara konmakla kalmaz; sözlerini, fısıltılarını, kalp atışlarını da başka bir yere taşıyabilir.
Ve kaosun ortasında alışılmadık bir rutin başladı: Emir, Nur’un ayağına ince bir iple küçük bir not bağlar — özenle katlanmış minicik bir kâğıt — sonra onu serbest bırakırdı. Nur, nehrin karşı kıyısına, annesinin haber beklediği yere uçardı. Mektuplarda Emir şöyle yazardı: “Anne, bugün patlamalar duyunca masanın altına saklandım. Ama Nur yanımdaydı. Umarım iyisindir. Seni çok özledim.” Bazen de pirinç kâğıdına resimler çizerdi: bir ev, bir güneş, bir bulut, uçan bir güvercin. Bombalar o saflığı yok edemezdi.
Nur’un ilk kez karşı kıyıya uçtuğu gün, Emir nefesini tuttu. Güvercin gri nehrin üzerinde kaybolana kadar gözünü gökyüzünden ayırmadı. Ertesi sabah, başka bir güvercin — daha koyu renkli — geldi. Ayağında bir not vardı: annesi yazmıştı. “Seni bekliyorum, seni seviyorum, senin için dua ediyorum.” O andan itibaren bu alışveriş kutsal bir ritüele dönüştü. Patlamalar duyulduğunda Nur umudun elçisiydi; geceler soğuk ve sessiz olduğunda, Emir rüyasında onun kanat çırpışlarını duyardı.
Yıllar geçti. Emir büyüdü. Savaş hâlâ bitmemişti, gazeteler artık o mahalleden bahsetmiyordu ama onun dünyasında kayıplar devam ediyordu. Arkadaşlar kayboluyor, aileler kaçıyordu. Yine de Emir, Nur’dan vazgeçmedi. Ona yem verdi, kanatlarını temizledi, sessizce konuştu: “Uçmakta özgürsün, ama bana dön, anneme dön.” Nur uçtu ve hep döndü. Çünkü görevi sadece mesaj taşımak değildi; savaştan koparılan bir bağı korumaktı.
Bir gün, Emir yıkılmış okulun içinde bir harita buldu. Nehrin karşısı kırmızı çarpılarla işaretlenmişti — her yer tehlikeydi. Nur için korktu. Ama ertesi gün Nur geri döndü, kısa bir notla: “Kendine iyi bak, ışığım.” Emir ağladı. Babasının kayboluşundan beri ağlamamıştı. O anda anladı ki Nur, sadece mektupları değil, anlamı da taşıyordu. Eğer Nur enkazların üstünden uçabiliyorsa, Emir de geleceğe bakabilirdi.
On sekiz yaşına geldiğinde gitmeye karar verdi. Savaş her şeyi mahvetmişti. Annesini bulmak, yeniden bir şey inşa etmek istiyordu. Birkaç parça giysiyle yola çıktı. Annesine, “Yakında geleceğim,” diye yazdığı bir mektubu Nur’un ayağına bağladı. Sabah güneşi yıkılmış binaların arasından süzülüyordu. Emir, Nur’un geceleri kaldığı küçük kafesi açtı. Nur kanatlarını açtı, ışık gibi parladı.
Emir nehre yürüdü. Eski köprüyü geçti, yıkıntılardan kaçtı, uzaktan patlamalar duydu. Ama ilerledi. Duvarlarda yazılar vardı: “Uçmayı asla unutma.” Emir bu cümlede kendi kaderini gördü. Nihayet, karşı kıyıya ulaştı. Annesinin saklandığı eve geldi. Kapıyı çaldı. Sessizlik. Sonra hatırladı: Nur her zaman cevabı getirirdi. Avluya çıktı. Yukarı baktı. Nur oradaydı, kiremitlerin arasında, ayağındaki metal halka ışıldıyordu. Emir’in kalbi duracak gibi oldu. Aynı ip, aynı kuş, aynı sembol.
Nur onu gördü, öttü, indi. Emir mektubu çözdü. “Anne, dönüyorum. Seni kanatlarımla sarıyorum.” Zehra kapıda belirdi — yaşlanmış, zayıflamış ama gözleri hâlâ aynıydı. Birbirlerine koştular. Nur omzuna kondu. O an Emir, güvercinin ayağındaki halkada küçük bir yazı fark etti: “Zehra.” Annesinin adıydı. Ne zaman yazmıştı, nasıl? Fark etmezdi artık. Her şey tamamlanmıştı. Nur sadece bir kuş değil, umut bağının kendisiydi.
Savaş bitmemişti ama o an dünyaları değişti. Emir anladı ki görevi sadece buluşmak değil, kaybolan masumiyeti geri getirmekti. Nur gökyüzünde döndü, sanki var olmayan bir barışı ilan eder gibi. Ertesi gün, anne ve oğul avluda oturdular. Emir bir kâğıt aldı, bir güvercin, bir güneş, bir kalp çizdi. Notta şöyle yazdı: “Buradayız. Uçuyoruz. Yaşıyoruz.” Nur bir kez daha göğe yükseldi. Emir, gri gökyüzünde uzaklaşan siluetini seyretti.
O güvercin, savaşın ortasında doğmuştu ama şimdi geleceğe uçuyordu. Emir ve Zehra o uçuşa sarıldılar. Yeniden kavuşmak artık hayal değildi. Gece olduğunda Emir yıldızlara baktı. Her birinin ulaştırılamamış bir mesaj olduğunu düşündü. Gözlerini kapadı, “Nur barışın kanatları arasında olsun,” dedi. Nur yine döndü, bu kez notsuz, sadece sessiz bir dostlukla.
Ve o yıkık mahallede, bir çocuk, bir anne ve bir güvercinle yeni bir hikâye doğdu. Çünkü kanatlar — savaşta bile — kanattır.