Dalgalarla Savaşan Dahi Çocuk: Deniz’in Öyküsü
Ege Denizi güneşi yavaş yavaş içine çekiyordu, ufuk kızılın tonlarına boyanmıştı. Kıydere kasabasının limanı, balıkçı tekneleriyle sessiz bir tabloya benziyordu. Denizin üzerinde hafif kabaran dalgalar, teknelerin tahta gövdelerine vurdukça minik köpükler saçıyordu. 12 yaşındaki Deniz, ince uzun boylu, rüzgârda uçuşan saçları ve sorgulayan bakışlarıyla limanda duruyordu. Gözlerinde hep cevap bekleyen bir kıvılcım vardı.
Babası Hasan, kasabanın en maharetli balıkçılarından biriydi. Ellerinde izler, yüzünde güneşin yakıcılığı; denizi avucunun içi gibi tanırdı. O gün, uzun bir yolculuğa çıkacaklardı: Komşu kasabaya pazar için balık götüreceklerdi. Tekne “Mavi Rüya” adını taşıyordu. Eskiydi, tahtaları çatlaklarla doluydu ama Hasan’ın gözünde hâlâ bir hazineydi.
Deniz, teknenin burnunda oturmuş, dalgaların ritmini dinliyordu. Ayakları sarkıyor, suyun yüzeyine değip değmediğini kontrol ediyordu. Babası dümen başındaydı; ileriye bakıyor, ara sıra rüzgârı tartıyordu. Amcası Rıfat ise ağları gözden geçiriyordu. Rıfat neşeliydi, iri yarı bir adamdı, hep şaka yapardı.
“Deniz, gel şu oltaya bir el at!” diye seslendi Rıfat.
Deniz yerinden fırladı, amcasına koştu. Rıfat gülerek dedi: “Adın Deniz diye balıklar seni tanır sanma.”
Deniz gülerek oltayı aldı, birkaç dakika içinde ip gerildi; küçük bir kefal suyun üstünde çırpınıyordu. “Bak tanıyorlar işte,” dedi Deniz zaferle. Hasan dümen başında kahkahasını tutamadı, Rıfat başını salladı: “Bu çocukta iş var,” dedi.
Gökyüzüne baktı Deniz. Ufukta ince bir gri çizgi beliriyordu; bulutlar toplanıyordu. Bu düşünceleri babasına söyleyip söylememekte tereddüt etti. Fırtına sezgileri yanılmazdı. Bir keresinde köprünün çökeceğini hissetmiş, arkadaşlarını oradan geçmekten alıkoymuştu — o köprü gerçekten çökmüştü. Ama belki de sadece yorgundur dedirdi kendine.
Gün boyu köyde çalıştıktan sonra tekne yüklendi. Hava hâlâ sakin sayılırdı; ama denizin içine gizlenmiş bir huzursuzluk vardı. Güneş battıktan sonra rüzgâr sertleşti, dalgalar yükselmeye başladı. Deniz teknenin kenarına tutundu, göğe, bulutlara baktı. Gri çizgi, siyah bir duvara dönüşmüştü.
“Baba, bu bulutlar normal değil,” dedi, sesi titrek.
Hasan başını kaldırıp gökyüzünü gözledi. Yüzü ciddileşti. “Haklısın oğlum. Fırtına kokusu alıyorum.”
Rıfat bağırdı: “Ağları toplayın! Limana dönüyoruz.” Hasan sesi keskinleşti. Mavi Rüya homurdanarak ilerledi, ama rüzgâr ıslık gibi kulaklarını dolduruyordu.
Dalgalar önce küçük sıçramalar, sonra teknelere öfkeli yumruklar atmaya başladı. Tekne sarsılıyordu. Deniz babasının yüzünde korku ifadesi gördü — ilk kez, babasında korku. O an her şey hızlandı: Bir dalga tekneleri yanlamasına vurdu, su güverteye doldu. Rıfat dengesini kaybetti, yere yuvarlandı. Hasan “İçeri gir!” diye bağırdı ama dalga sertti. Deniz dondu kaldı.
İkinci bir dalga geldi; Mavi Rüya iyice savruldu. Deniz bir an havada asılı hissetti kendini, sonra soğuk su bedeni sardı. Ne yapacağını bilmez halde suyun içinde çırpındı. Babasının uzanan ellerini gördü, Hasan çaresizce bağırıyordu. Ama su dalgalarla kaptı onu, tekne görünmez oldu.
Deniz sakin değildi ama paniğe kapılmadı. Dalgalarla savaşmak yerine onlarla uyum kurmalıydı. Nefesini tuttu, suyun dilini dinledi. Yüzeye çıktığında ciğerlerine hava doldu. Gözlerini yırttı, etrafında sadece su ve karanlık vardı. Tekne yoktu, babası yoktu, amcası yoktu. Adeta yalnızdı. Ama aklında bir şey vardı: “Yaşamalıyım. Onları bulmalıyım.”
Soğuk kemikleri uyuşuyordu ama yorgun düşmeyecekti. Dalgalar üstüne çullandı; her biri onu derinliklere gömmek istiyordu. Ama Deniz direndi. Gözleri karanlıkta bir ışık aradı. Suyun yüzeyinde yüzen bir tahta parçası gördü; onu umutla yakaladı. Tahtayı göğsüne bastırdı; bacaklarını çırptı, suyun üstünde kalmayı başardı. Dalgalar arasında haykırdı: “Beni alamayacaksın!”
Tekrar savruldu, ama aklı kıvrak, direnci büyük bir çocuktu. Gözlerini kapatmadı. Bir şimşek çaktı; uzak bir gölge belirdi. Evet, bir ada — karanlık orta yerden beliren kara siluet. Deniz tahtasını bir kalkan gibi kullanarak yavaşça o yöne doğru yol aldı.
Bazen düşüyor, bazen yukarı çıkıyordu. Sonunda tahta ellerinden kaydı, suya gömüldü. Ama ayağı bir şeye çarptı: eski bir duba parçasıydı. Onu yakaladı, göğsüne bastırdı. Duba tahtadan daha sağlamdı. Üzerine oturdu, dengede durmaya çalıştı. Şimşekler ara sıra parlıyor, ada silueti beliriyordu.
Dalgalar hâlâ vaftiz edercesine vurmaya devam ediyordu. Deniz, dubayı öne iterek kayalara çarpmasını sağlamaya karar verdi. O anda bir darbe oldu; dubadan düşünce kendini kayalara çekti. Kanayan tırnaklarla taşlara tutundu, yavaş yavaş kayalara tırmandı. Dizlerinin üstüne çöktü, nefes nefese gökyüzüne baktı. Fırtına hâlâ uluyordu, ama o hayattaydı.
Ada içine ilerledi. Karanlık, çalılar, ağaç gölgeleri… Rüzgâr sesleri hâlâ kulaklarını dolduruyordu. İlk iş bir sığınak bulmaktı. Devrilmiş bir ağaç, kökleri havada asılıydı; gövdesinin altında çalılıklar vardı. Oraya girdi — rüzgâr biraz olsun azalıyor gibiydi. Oturdu, sırtını gövdeye yasladı. Karnı guruldadı. Açtı.
Gece boyunca adım adım ilerledi. Midyeler topladı, balık tutmaya karar verdi. Mızrak yaptı: kopan bir ağaç dalını sivriltip balıklara yöneldi. Küçük gölcüklerde balıkları yakaladı, midyeleri çiğ yiyerek enerji buldu. Ateş yakmayı denedi; kuru yapraklar, iki taş… kıvılcımlar çıktı, ateş yavaş yavaş tutuştu.
Ateşin ışığında et kokusu yükseldi. Deniz bunu ilk zafer gibi gördü. Ama adada yalnız değildi: bir ses duydu, çatırtılar, ışıklar… Gölgenin peşine düştü. Ağaçların arasından, kayaların arkasından yürüdü. Sonunda biriyle karşılaştı: yaşlı bir adam, ateşin başında duruyordu. Adam adını “İsmail” olarak tanıttı. Bu adada yıllardır yaşıyormuş.
Deniz, “Ailemi bulmalıyım,” dedi. İsmail başını salladı: “Seni kurtarırım, fırtına seni buraya getirdi.” Ve sonra gösterdi: eski bir sal, yıpranmış ama yelkenliydi. “Sabah fırtına dindiğinde birlikte yola çıkarız,” dedi.
Geceyi birlikte geçirdiler. Ertesi sabah, rüzgâr biraz olsun azaltmıştı öfkârlığını. Sal hazırdı. İsmail ve Deniz birlikte açıldılar. Dalgalar üzerlerinde dans ederken çocuk ufka baktı. Kıyıya yakın bir tekne gördü; balıkçı teknesiydi. Tekne onlara yaklaşınca kalbi yerinden fırlayacakmış gibi attı. Babası Hasan teknenin başındaydı.
“Deniz!” diye bağırdı Hasan. Deniz babasına sarıldı, gözyaşlarıyla. Rıfat da oradaydı. Mavi Rüya kurtarılmıştı. Ama sonra sahne değişti. İsmail salına geri döndü. Deniz arkasına baktı ama kimse yoktu. Sal yoktu. Ateş, izler, yalnızca geceydi; ama adam yok olmuştu.
Hasan henüz anlayamamıştı. Deniz sessizce babasına sarıldı, gözleri ufka dikildi. İsmail kimdi? Hayalet mi, fırtınanın armağanı mı? Bu soru, Deniz’in zihninde sonsuza dek yankılanacaktı.