Hafızasız bir geçmişi değiştiren mektup ve affın filizlendirdiği özgürlük

Hafızasız bir geçmişi değiştiren mektup ve affın filizlendirdiği özgürlük


Bir sonbahar akşamıydı; Karadeniz’in kıyısındaki küçük bir kasabada, Elif sarı bir zarf buldu posta kutusunda. Rüzgâr kaldırımdaki kuru yaprakları savuruyor, oysa Elif bordo atkısını sıkıca boynuna dolarken kimin yazmış olabileceğini düşünüyordu. Gönderenin adı tam yazmıyordu, sadece iki harf: “M. A.” Elif artık beklenmedik zarflardan ürkmez olmuştu — yirmili yaşlarından sonra hayatı sessizlik, düşünce ve iyileşmeyle şekillenmişti. Yine de bu zarfta başka bir şey vardı: Eski bir kâğıt, titrek bir el yazısı, parmaklarına kadar sızan bir aciliyet hissi.

Zarfı açınca geri dönmüş geçmişin kokusu geldi burnuna. Yazı titriyordu, sanki yazar her kelimeyle savaşmış gibiydi. Derin bir nefes aldı Elif ve okumaya başladı:

“Sevgili Elif,
Sana on yıl sonra yazıyorum. Sonuna kadar okuyabilir misin bilmiyorum ama söylemem gerek:
Seni küçülten, seni alay konusu yapan, her gün seni sınıfın hedefi haline getiren bendim. Ben, Murat Arslan. Unutamıyorum, ama belki sen unutabilmişsindir…”

Elif durdu. O isim… Murat. Sanki çok uzaktan gelen bir yankıydı, neredeyse silinmiş bir gölge. Lise yıllarında sessiz bir kızdı Elif: Kalın çerçeveli gözlüklerinin ardında büyük gözler, elinde hep bir kitap, kimseye yük olmayan bir yardımseverlik. Ama fırtına geldiğinde sessizdi. Murat ise tam tersiydi — popüler, gürültülü, kendinden emin. Alayları, itmeleri, küçümseyici sözleri anlamsızdı ama genç bir öfkenin, güç gösterisinin dışavurumuydu.

Elif bazı sahneleri hatırladı: Kalabalık koridorlar, arkadan gelen kahkahalar, defterinin üzerine dökülen meyve suyu, havada yankılanan acımasız bir kelime. Ama bu anılar artık sık sık uğramaz olmuştu. Ya zaman onları göndermişti, ya da o salıvermişti. Üniversite yıllarında, ilk işinde, tek başına yaptığı yolculuklarda öğrendiği en değerli ders şuydu: Affetmek, suçu işleyeni değil, acıyı taşıyanı özgür kılardı. Ve Elif artık özgürdü.

Mektuba geri döndü:

“…Seni herkesin önünde aşağıladım. Seni küçük hissettirdim. Bu, benim için bir oyundu — sen kurbandın, ben başroldeki oyuncu.
Ama artık değil.
Bu on yılda suçlulukla yaşadım. Facebook’ta adını gördüm, gülümsediğini, çalıştığını, devam ettiğini gördüm. Ve fark ettim: Ya hatırlamıyorsun, ya da hatırlamayı acısız hale getirdin.
Sana yazıyorum çünkü özür dilemem gerek.
Cevap istemem, affını da beklemem. Sadece bilmeni isterim: Pişmanım.
Her seni sokakta görüp başımı eğişimde içim sızladı. Her gece kendi kendime sordum: Ya o gün durabilseydim? Ya cesaretim olsaydı? Ama olmadı.
Bu mektubu korkuyla, utançla, ama bir umutla bırakıyorum. Dilerim huzur bulursun.
Ben, Murat Arslan, senden mutluluk diliyorum — benden bağımsız da olsa.
Saygıyla,
Murat A.”

Elif mektubu masanın üzerine bıraktı. Pencerenin ötesinde gri bir deniz, salınan balıkçı tekneleri… Hepsi değişimin sessiz tanıklarıydı. Gözlerini kapattı. Ne öfke hissetti, ne de ağlama isteği. Sadece bir sakinlik. Eskiden celladı olan birinden gelen özrü almak, tuhaf şekilde hafifleticiydi.

Yirmi üç yaşındayken anlamıştı: kurban olarak bakmayı bırakması gereken zamanı. Bir arkadaşı onu Sümela Dağı’na tırmanmaya davet etmişti. Yolda ter, taş, korku… Her şey geçmişine benziyordu. Zirveye vardığında ise manzara sessiz bir şarkı gibiydi. O an kendine söz verdi: Kimse bir daha onu küçük hissettirmeyecek. Olursa da, o dimdik duracaktı.

Mektup eski bir acıyı canlandırmadı; aksine, kapanmış bir döngünün son noktasıydı. Yaralar vardı, evet; ama zincirler yoktu. Murat ise kendi cehenneminde yanıyordu. İşler yürümemiş, ilişkiler bitmiş, uykular bölünmüştü. Bu mektup onun son kefaret denemesiydi. Ama Elif artık onun kurbanı değildi.

Kasabada hayat devam etti: çocuklar meydanda oynuyor, tekneler gün batımında dönüyor, kafeler yaz akşamlarına kadar açık kalıyordu. Elif artık kendi kitapçısını açmıştı limanın yanında. Zorbalığa uğramış gençlere atölyeler düzenliyordu. Hikâyesini kısa ve sade anlatırdı:

“Bir çocuk vardı, beni aşağıladı. On yıl sonra özür diledi. Ama ben zaten affetmiştim. Ve bu yeterdi.”

Çünkü affetmek, tekrar zarar görmeyi kabul etmek değil, kendini yeniden kurmaktır.

Bir gün, Zeynep adında bir genç kız içeri girdi. Gözlerinde tanıdık bir kırılganlık. Elif ona kahve ikram etti. Zeynep, okulda dışlandığını, “inek” diye alay edildiğini anlattı. Elif başını salladı.

“Ben de oradaydım,” dedi.
“Ve en zor öğrendiğim kelime şuydu: Ben hak ediyorum…”
“Neyi?” diye sordu Zeynep.
“Huzuru. Korkmadan yaşama hakkını.”

Elif ona bir defter verdi. Zeynep yazmaya başladı: yaşadıklarını, duygularını, dileklerini. Sonra gözlerini kapadı; artık kendini yalnız yürüyen, güçlü bir kız olarak hayal etti.

Murat da kendi yolunu seçti. Bir manastıra gitti, gönüllü çalıştı, odun kesti, sabah ezgilerini dinledi. Affın geçmişi silmediğini ama tekrarı engellediğini anladı. Değişti.

Baharın bir günü Elif sahile yürüdü. Ufka baktı, mektubu düşündü, gözyaşı dökmedi. Gülümsedi. Çünkü o artık kurban değildi — tanık olmuştu, sonra şifacı. Ve bu huzur, sessiz ama güçlü bir özgürlüktü.

Elif’in hikâyesi kasabanın ötesine geçti. Okullarda “Geçmiş seni tanımlamasın” sözüyle anlatıldı. Rehber öğretmenler affın öneminden bahsetti. Elif şöyle derdi:

“Birisi seni aşağılayabilir. Ama değerin ondan büyük. Sen saygıya, huzura ve onura layıksın.”

Ve böylece, Murat’ın mektubu suçtan kefarete, utançtan özgürlüğe giden bir köprüye dönüştü. İki insan, bir yara, bir özür… ama iki farklı yol: biri suçlulukla, diğeri ışığa doğru.

Elif, “Yeniden Doğuş” adını verdiği kitap rafına o bölümü koydu. Soranlara şöyle diyordu:

“Bana yapılan değil, ben onunla ne yaptım, önemli olan bu.”

Ve dalgalar vuruyor, martılar uçuyor, sabah tekneler yola çıkıyordu. Elif yaşamaya, öğretmeye, öğrenmeye devam etti. Çünkü affetmek onun en büyük cesaret eylemiydi.

Ve en büyük zafer, Murat’ın özür dilemesi değil, Elif’in buna artık ihtiyaç duymamasıydı.

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News