Kaptanın Son Mektubu:Bir Torunun, Unutulmuş Bir Yüzbaşının Sessizliğinde Onuru ve Hatıraları Yeniden Bulduğu Hikâye
Tavan arasındaki eski sandığı açtığımda hava toz, nemli ahşap ve durmuş zaman kokuyordu. Özellikle bir şey aramıyordum, sadece dedemin cenazesinden sonra boş kalan o eve dönmek için bir bahaneye ihtiyacım vardı. Ama oradaydı: kırmızı mumla mühürlenmiş, sararmış bir zarf. Üzerinde yazıyordu: Millî Savunma Bakanlığı’na. Tarih: 3 Kasım 1946. Gönderen: Yüzbaşı Cemal Karahan. Hiç kimse bana dedemin yüzbaşı olduğunu söylememişti. Evde ondan, sessiz, çalışkan, içine kapanık biri olarak bahsedilirdi. Ama bu mektup —eski giysilerinin arasında gizlenmiş— sanki ölmemeye direnen bir hatıraydı.
Cemal Karahan, iç savaşta savaşmıştı. Ne şan için ne de nefretle, sadece adil olduğuna inandığı bir vatanı savunmak için. Savaş bittiğinde, paslanmış bir madalya ve geçmişe ait bir bakışla köyüne döndü. Komşular ona saygıyla ama mesafeyle selam verirdi; görünmez üniforması hâlâ omuzlarındaymış gibi. Babaannem Zeynep, geceleri uykusunda ter içinde uyanıp anlaşılmaz isimler sayıklardığını anlatırdı. “Sadece bir rüya, Cemal,” dermiş, ama yüzbaşının rüyaları asla dinlenmezdi.
Belgelerin arasında onun inatçılığının izlerini buldum. 1939’da terhis edilen subaylara söz verilen emekli maaşını talep etmişti. Yıllar geçmiş, cevap gelmemişti. Her ay Bakanlığa yeni bir dilekçe yazar, her ay postacı boş dönerdi. Otuz yedi yıl boyunca bekledi. Günlüğünün kenarlarında aynı cümle tekrarlanıyordu: “Albayın mektup yazanı yoksa, yüzbaşının da hakkını arayanı yok.” O anda dedemin farkında olmadan García Márquez’le konuştuğunu anladım; ikisi de aynı kadere mahkûmdu: bekleyişe.
Zarfı titreyen ellerimle açtım. İçinde, siyah mürekkeple yazılmış, dimdik bir el yazısıyla dört sayfa vardı. “Acıma ya da ayrıcalık istemem,” diyordu. “Sadece gençliğini vatan hizmetine adayanlara söz verilen şeyleri. Devletin sözüne güvenerek sabırla bekledim ama yoksulluk yağmur gibi kapımı çalıyor. Karımın yükü olmak istemem. Eğer bu satırlar size ulaşırsa, bunu bir dilek değil, bir hatırlatma olarak kabul edin: Onur satılmaz, unutulmaz.” İmza yoktu, sadece şu satır: “Yüzbaşı Cemal Karahan — Sessizliğin adına.” Zarf kapalıydı ama hiç gönderilmemişti. Belki sonunda anladı; kimse okumayacaktı. Ya da sadece kendine yazdı, hâlâ var olduğunu kanıtlamak için.
Köyde yaşlılar hâlâ “Yüzbaşı Karahan”ı hatırlardı. Kimi “kahramandı” derdi, kimi “inatçıydı.” Ben düzeltmezdim. Gerçek yüzbaşı onların sözlerine sığmazdı. O, sabırdan, onurdan ve tarihin açıklayabildiği bir yorgunluktan yapılmış bir adamdı. Defterinde bir not buldum: “Bize itaat etmeyi öğrettiler, unutmayı değil. Ama unutmak, en hafif üniformadır.” O anda anladım: hayatı savaşla değil, kendisiyle vedalaşmaktı.
Aylar sonra cesaret edip mektubu tekrar okudum. Bir kış akşamıydı, masa üzerine eğilmiş güneş, rüzgâr çatı arasında isimler fısıldıyordu. O’nun yapamadığını yapmaya karar verdim: mektubu gönderdim. Aynı zarf, aynı mühür, aynı adres. Postacı bana baktı: “Göndermekten emin misiniz, beyefendi?” “Evet,” dedim, “Bu eski bir borç.” Ve bıraktım gitti.
Haftalar sonra bir cevap geldi. Resmî zarfta Millî Savunma Bakanlığı mührü. İçinde daktiloyla yazılmış kısa bir yazı: “Sayın Karahan, kayıtlarımızda Yüzbaşı Cemal Karahan adına aktif bir dosya bulunmamaktadır. İlginiz için teşekkür ederiz. — Tarihî Bellek Dairesi.” Ne bir özür, ne bir hikâye.
O gece cevabı, orijinal mektubu bulduğum sandığa geri koydum. Üzülmedim. Sadece sessiz bir huzur hissettim; sanki dedem, bir yerlerde sonunda beklediği haberi almıştı: adalet değil, hatırlanmak. Rüzgâr pencereye vurdu, bir ses duydum: “Teşekkür ederim, oğlum.” Belki rüzgârdı, belki değil.
O günden beri her 3 Kasım’da, köyün posta kutusuna sahipsiz bir mektup bırakıyorum. Kimse kimin yazdığını bilmiyor. Kimi bunun eski bir gelenek olduğunu, kimi anlamsız olduğunu söylüyor. Ama ben biliyorum: Birinin adı hatırlandıkça, yüzbaşı ölmez. Çünkü tarihi her zaman kazananlar yazmaz. Bazen torunlar, kapalı bir zarfa saklar. Gerçek kahramanlık, savaş kazanmakta değil, dünya susarken onurunu korumaktadır. Dedem ömrü boyunca bir cevap bekledi; ben onun yerine aldım. Belki de daire tamamlandı. Çünkü sessizliğin de bir hafızası vardır.