Küçük Bir Çocuğun Soğuk Pirinci ve “Ann Seni Seviyor” Notu

Bir zamanlar, Türkiye’nin iç kesimlerindeki yeşil tepelerle çevrili ve tozlu yolların bulunduğu küçük bir köyde, Emir adında bir çocuk yaşıyordu. Annesi Ebru ile birlikte ormanın kenarında mütevazı bir evde yaşıyorlardı. Babası Emir çok küçükken vefat etmişti ve o günden beri annesi tek başına onunla ilgileniyordu: sokakları süpürüyor, evleri temizliyor, onun en azından yaşam için asgari düzeyde şeye sahip olması için elinden geleni yapıyordu.
Her sabah, Ebru Emir’in bir gün önceden artan soğuk pirincinden oluşan beslenme kabını hazırlardı. Fazlası yoktu: para azdı, işler arka arkaya geliyordu ve bazen buzdolabı ertesi gün için neredeyse hiçbir şey saklayamıyordu. Ama Ebru bir ritüele sahipti: kabı kapatmadan önce oğluna bir not yazardı. Yazı küçük ama kararlıydı:
“Dayan, anne seni seviyor.”
Her gün. Hep aynı ifade ya da neredeyse hep aynıydı. Emir bir öğlen yemeğini okulda açtığında okurdu bunu: bir kaşık soğuk pirinç ve annesinin notu. Ve diğer arkadaşları büyük sandviçler, börek, yoğurt, taze meyve getirirken, o yemeğinin basit olduğunu biliyordu; ama aynı zamanda bir sevgiyi biliyordu. O “Dayan, anne seni seviyor” onun tesellisi, gücü, erken kalkması, çalışması ve sızlanmaması için sebebiydi. Ne de olsa kimse ona bir şey vermiyordu; ama annesi ona çok daha değerli bir şeyi veriyordu: şefkatini, sessiz desteğini.
Günler, haftalar ve aylar geçti. Emir on iki yaşındaydı. Sakin, nazik bir çocuktu, bakışı huzurluydu, meraklı gözleri çevresindeki yoksulluğun ötesini görüyordu: sabah kuşlarının şarkılarını, yol kenarındaki beyaz çiçekleri, rüzgârın salladığı ağaç dallarını. Ve aynı zamanda annesinin fedakârlığını da görüyordu, her sabah şafaktan önce kalkıp süpürgesini, kovasını, ütü yapacağı çamaşırları hazırladığını. Ve bunu şikâyet etmeden, hiçbir şey demeden, sadece hafif bir gülümsemeyle yapıyordu. O diyordu:
— “Emir, az şeyimiz olabilir ama önemli olan birlikte olmamız ve senin umutlu olman.”
O gülümser ve cevap verir:
— “Evet anne. Yarın güzel bir gün olacak.”
Ve o, sadece annelerin verebildiği o büyük aşkla, evin kapısını kapatır ve başka bir evin temizliği için yola çıkar, enerjiyi korumak için yavaş yürüyor, çok yorulmamak için uğraşıyordu.
Sonbaharın yağmurlu bir akşamı, köyün kilisesinin çanı Ebru yorgun bir mesaiyi bitirdiğinde çaldı. Eve alışılmadık derecede yorgun gelmiş, ince yağmurla ıslanmıştı ve erken yatmaya karar verdi. Uyurmadan önce, Emir’i mutfaktaki masada ödevlerini yaparken gördü, beslenme kabı temizlenmiş ve kaldırılmıştı. Yanına yaklaştı ve yumuşak bir sesle dedi: “İyi uyu, tatlım.” Sonra bir an oturdu, küçük bir kağıt çıkardı ve alışılmışın dışında bir şey yazdı. Tam “Dayan, anne seni seviyor” ifadesi değildi. Titreyen eliyle şunu yazdı: “Üzgünüm tatlım, bugün anne çok yorgun…” Ve adını ekledi: “Anne”.
Garipti. Ertesi sabah Emir bunu gördü. Öğle yemeğini açtığında, farklı bir not buldu. Bir an sessiz kaldı, kağıda baktı, sonra beslenme kabına, sonra annesine. O gülümsedi, hiçbir şey demedi. O omuz silkti, belki annesinin o sabah daha yorgun olduğunu düşündü ve ifadenin içine çekti soru sormadan.
Sonraki günlerde, not tekrar eskisine döndü: “Dayan, anne seni seviyor.” Ve Emir belki annesinin kötü bir gün geçirdiğini düşündü. O konuşmadı. Okula gitmeye devam etti, her gün soğuk pirincini yedi, notu okudu, “anne seni seviyor” hatırladı. Yavaş yavaş haftalar geçti ve rutin aynı görünüyordu. Ama havada bir şey titreşiyordu: Ebru, işine alışkındı ama yorgunluğundan fazla bahsetmiyordu; sadece zayıfça gülümsüyor ve hiçbir şey değişmemiş gibi görevine geri dönüyordu.
Kışın bir sabah, haber vermeden, sessizlik evin üzerine çöktü. Emir uyandığında kapının aralıklı açık olduğunu gördü. Mutfakkapısından girdi: beslenme kabı masadaydı, her zamanki gibi temizlenmişti, ama bir şey eksikti. Annesi orada değildi. “Anne!” diye bağırdı, yanıt alamadı. Salona koştu, yatak odasına… hiçbir şey yok. Köyü aradı. Yine yok. Kapıyı dışa doğru itti… ve gördü: parkın bankında, yaşlı bir meşe ağacının yanında oturmuş, gözleri kapalı, ince bir montla örtülmüş. Bedeni cevap vermiyordu. Vefat etmişti. Dünya Emir için durmuştu. Soğuk bir ayaz damarlarından geçti; annesi, tek ailesi, hayatını kaybetmişti.
Acı onu tamamen sardı. Günlerce yemek istemedi, kalkmak istemedi, okula gitmek istemedi. Beslenme kabı vardı: soğuk pirinç, her zamanki gibi; not: “Dayan, anne seni seviyor.” Ama artık bu notu yazan bir anne yoktu. Artık okula uğrayan bir anne, öğlen yemek getiren bir anne yoktu. Sadece sessizlik. Yol kenarındaki beyaz çiçekler solmuş gibiydi, kuşlar artık o kadar yüksek şarkı söylemiyordu, ağaçlar dallarını isteksizce sallıyordu.
Ama en acı sürpriz, annesinin odasında bir çekmeceyi açtığında ortaya çıktı: kağıtlar, faturalar, eski tariflerin yazılı olduğu küçük bir defter ve not için kullandığı boş yaprak. Orada kırışmış bir kağıt duruyordu, yarım ifade: “Üzgünüm tatlım, bugün anne çok yorgun…” Ve yanında bir tükenmez kalemle. Yaprak devam etmiyordu. Bu annesinin ritüeli sürdürmeye çalıştığı son anıydı. Ve hiçbir zaman tamamlayamadı.
Emir bu notun yanında çömeldi. Daha önce hiç bu kadar ağlamamıştı. Acı derindi, hüzünlüydü, tesellisizdi. Ama aynı zamanda bir şeyi anladı: o “Üzgünüm tatlım…” muazzam bir armağandı. Annesinin sınırlarına kadar düşündüğünün kanıtıydı. Sevgi gösterişli değildi: soğuk bir pirinçte, küçük bir kelimede, yorgunluk dolu günlerde ve oğlunun ileriye gitmesi için duyulan kararlı istekte ölçülüyordu.
Zamanla, Emir okula geri döndü. Kolay değildi. Gizli gözyaşları günleri oldu. Ama her seferinde beslenme kabını açtığında, o notu gördü: “Dayan, anne seni seviyor.” Ve bazen sonunu hatırladı: “Üzgünüm tatlım, bugün anne çok yorgun…” Anladı ki annesi son nefesine kadar mücadele etmişti. Ve o karar verdi ki pes etmeyecekti. Okuyacak, farklı bir yol bulacaktı hayatında, o sade ama güçlü sevgiyi onurlandırmak için.
Sonraki yıllarda, Emir ortaokulu bitirdi, ardından meslek eğitimi aldı, sonra üniversiteye gitti, gündüz çalışıyor, gece okuyordu. Bazen hâlâ soğuk pirinç yiyordu — çünkü hayat bazen bunu gerektiriyordu — ama artık acı ile değil, şükranla: her kaşık ona hatırlatıyordu ki yoksulluk bir lanet değildi, sadece sevginin parladığı bir ortamdı. Ve o sevgi onu ileriye taşıdı.
Üniversite diplomasını aldığında, annesi artık bedenen yoktu ama ruhen hâlâ yanındaydı. Mütevazı evde, odasını temizledi, boş beslenme kabını, eski notu ve annesinin tamamlayamadığı o boş yaprağı bir çerçeveye koydu, hafızasının başucuna yerleştirdi. Ve her sabah — ve her gece — kalbinden mırıldandı: “Teşekkür ederim anne. Soğuk pirinç için, günlük not için, sevgilin için teşekkür ederim.”
Bir gün, Emir o köyde küçük bir yemek yardımhanesi açmaya karar verdi, kendisi gibi azla büyüyen çocuklar için. Çok mütevazıydı, lüks yoktu, sadece pirinç, ekmek, bazen meyve ve yanına farklı bir not: “Dayan, biz seninle beraberiz.” Ve yanında bir plaket: “Ebru’nun Anısına”. Çünkü annesinin sevgisi çoğalmıştı.
Yardımhanenin açılışında Emir’in sözleri yankılandı:
“Annem bana tek gereken şeyi verdi: günlük sevgisini, bana olan inancını. O not ve o pirinç evrenimdi. Bugün diğer çocukların bilmesini istiyorum ki yemek basit olsa da, sevgi küçüğü büyütür.”
Ve böylece, küçük köy yeniden doğdu. Çocuklar girdiler, pirinçlerini veya beslenme kablarını yediler, artık “Dayan, biz seninle beraberiz” yazan notu okudular ve eksik olan gücüyle ayrıldılar. Ebru gökyüzünde gülümsüyordu.
Böylece, büyük bir servete ihtiyaç olmadığını öğrenen bir çocuğun hikâyesi sona erdi; sadece sevgi, süreklilik ve “Dayan, anne seni seviyor” diyen bir kaşık soğuk pirince ihtiyaç vardı. Bazen en küçük görünen şey — bir kağıt, bir ifade, bir tabak — dağları hareket ettirir. Ve annesi artık olmasa da, mirası her notta, her kabın içinde, her teselli bulan çocukta yaşıyordu. Çünkü en büyük armağan yenen şey değil, hissedilen şeydi.