Kulübenin Kapısı ve Unutulmuş Sırlar

Kulübenin Kapısı ve Unutulmuş Sırlar

Yamaçta savrulan rüzgârların uğultusu kulübenin çatısındaki samanları titretirken, Zeynep sobanın yanına çökmüş loş ışıkta çorbasını karıştırıyordu. Dışarıdaki fırtına, gecenin karanlığını daha da derinleştiriyor, dıştaki dünya adeta kulübenin tahta duvarlarını sarsıyordu. O ev, köyün en kuytu köşesindeydi; rüzgârın bile uğramaktan çekindiği bir yer gibi… Kapısı gıcırdayan menteşeleriyle kapanmıyor, tahta duvarlar göçük gibi yamalıydı; ama Zeynep orada, küçücük kulübenin içinde kendi dünyasını yaşatıyordu.

Ela gözleri, geçtiği yolların izlerini taşırken, saçları kestane renginde dalgalanan tarlalar gibi dalgalanıyordu rüzgârda. Köylüler ona “Güzel Zeynep” derdi — ama güzelliği, kimsede merhamet uyandıracak kadar büyük bir lütuf olmamıştı. Çünkü o güzelliğin ardında yoksulluk, yalnızlık ve gömülü yaralar vardı. Babasından kalan kulübe, üç tavuk ve uzak tarladan topladığı yabani otlarla geçiniyordu. Kimseyle çok konuşmazdı; köyün diğer gençleri uzaktan bakar, yaklaşıp arkadaşlık teklif ederlerdi, ama o her defasında reddederdi: “Kalbim bu toprakta kaldı,” derdi kendi kendine.

O akşam gökyüzü, daha önce hiç görmediği kadar karanlık görünüyordu. Kurşuni bulutlar birbirine dolanmış, yıldızlardan iz kalmamıştı. Rüzgâr dalları kırıyor, tarlayı dövüyor, yağmur damlaları camlara çarpıyordu. Sobanın içindeki cılız ateş her an sönme tehlikesiyle savaşıyordu. Zeynep, kapıyı kapatmak istediğinde menteşeler inatla gıcırdadı. Kapı rüzgarla birlikte açılıp kapanıyor, kulübe her esintiyle soluğuna muhtaç bir şey gibi titriyordu.

Tam o sırada dışarıdan bir inilti duydu. Bu rüzgârın uğultusu değildi; insan sesi gibiydi. Tüyleri ürperdi. Zeynep, şalını omuzuna attı, babasından kalma eski feneri aldı ve kapıyı sonuna kadar açtı. Rüzgâr yüzüne çarpınca saçları savruldu, ama o kararlıydı. Bir adım attı dışarıya doğru; patikada çamur deryasında bir gölge vardı. Zor seçiliyordu; ama sanki yarı insan, yarı gölgeydi.

Zeynep’in kalbi hızla çarptı. Kim olabilirdi bu saat ve fırtınada köyün dışında? Elini ileri uzattı, gölgeye yaklaşırken dizleri titredi. Gölge, bir adamdı; yere yığılı, üstü çamur içinde, alnından kan sızıyordu. Gözleri kapalıydı; yüzü solgundu. Etraf sessizdi. O adam köyden biri olamazdı — tanıdığı hiçbir yüz değildi. Zeynep titreyen sesiyle, “İyi misiniz?” dedi. Adam mırıldandı: “Su…” sonra başı yana düştü. Bayılmıştı.

Zeynep tereddüt etmedi. Kollarından tuttu, bütün gücüyle çekti. Çamura bata çıka kulübeye kadar sürükledi onu. Kapıdan içeri soktu, sobanın yanına yatırdı. Fenerin titrek ışığında, adamın soluk bedenini inceledi: Alnındaki yara derin değildi ama kanaması devam ediyordu. Eski bir bezle yarayı temizledi, sobaya birkaç odun attı, ısı yayılmaya başladı. Adamın elleri soğuktu; parmaklarında garip bir iz vardı — sanki uzun süre bir yüzük takılmış sonra çıkarılmıştı. Cebinde kimlik yoktu, para yoktu. Tek ipucu, boynunda ince bir zincirle asılı paslı bir madalyondu. Zeynep o madalyona dokunmadı. Sanki o madalyonun ardında bir sır uyuyordu.

Saatler sonra adamın gözleri aralandı. Bulanık bakışlarla Zeynep’e baktı ama hatırlamıyordu. “Ben … neredeyim?” diye fısıldadı. Sesindeki korku ve şaşkınlık, Zeynep’in yüreğini burktu. “Güvendesin,” dedi yumuşakça. “Ama sen kimsin?” Adam sustu, gözleri tavanı süzdü. “Bilmiyorum,” dedi sonunda, “hiçbir şey hatırlamıyorum.” Zeynep’in içinde hem korku hem merak yükseldi. Bu yabancının sırrı neydi? Neden fırtınanın ortasında ortaya çıkmıştı?

O gece Zeynep ve yabancı birlikte kulübenin sessizlik içinde geçen saatlerinde geçmişin gölgeleriyle savaştı. Zeynep sobanın yanında otururken adam sedirde uyuya kalmıştı. Dışarıda fırtına dinmişti, fakat gecenin ağır sessizliği kulübenin tahta duvarlarına sinmişti. Havada yaşanmışlık ve gizem vardı. Zeynep’in kalbinin derinliklerinde, bu adamla paylaştığı ilk nefesin sıcaklığı doğuyordu.

Aradan günler geçti. Adam, Zeynep’in verdiği “Ali” ismiyle yaşamaya başladı (hatırlayamadığı için). Zeynep, sabahları çorba pişirir, Akşamları eski kulübeyi yavaşça onarmaya çalışır, Ali’yi iyileştirmeye gayret ederdi. Ali’nin hafızası parçalıydı; birkaç rüya kırıntısı, silik sesler ve çatışma görüntüleri belirdiğinde kayboluyordu. Ama o, çalışkan, nazik, sade biri gibi davranıyordu. Zeynep, onun varlığıyla kendi yalnızlığının uçurumlarına inat bir sığınak kuruyordu.

Zamanla, Ali’nin yabancı geldiği toprakla bağlantılı birkaç iz ortaya çıktı: mafya tehdidi, şehir hayatı, miras işleri… Kim olduklarını, neden Ali’nin hafızasını kaybettiğini kulağına fısıldayan rüzgâr oldu. Fakat Zeynep ona güvendi; ona gerçekleri açıklamadan önce, kalbinin sesini dinlemişti. Ali, şehirde büyük bir inşaat şirketinin sahibi olan Ahmet Arslan’dı. Zengin, etkili, tanınan bir iş adamı. Ama bir gecede, mafyanın saldırısıyla hafızasını kaybetmiş, yollara savrulmuş; çaresizlik içinde köy kulübesine düşmüştü.

Ahmet, günler geçtikçe Zeynep’e daha da bağlandı. Onunla tarlaya indi, ot topladı, tavuklarla ilgilendi, kulübenin kapanmayan kapısını birlikte onarmaya çalıştı. Şehirdeki lüks hayatını bir süreliğine unutmuş, sade hayatın huzuruna sarılmıştı. Zeynep’in gözlerine her baktığında kalbi heyecanla çarpıyordu. Fakat her an gerçeğin patlak verme korkusu vardı. Mafya hâlâ peşindeydi, şehir bağlantıları kopmamıştı. Zenginliğini saklamak, Zeynep’i korumak için orta yol bulmalıydı.

Bir gün, köyün muhtarı Hüseyin köye geldi. Tesadüfen Ahmet’i gördü ve şaştı; çünkü şehirde tanıdığı bir yüz oradaydı. Ama Ahmet alnını kaşıyarak bir işaretle “sessiz ol” dedi muhtara. Zeynep durumu açıkladı: “Fırtınada yaralı buldum, hafızasını kaybetmiş.” Muhtar başını salladı, konuşmadı. Ama gözleri bu duruma dair binlerce soruyu saklıyordu.

Ahmet nihayet Zeynep’e gerçeği açıklamaya karar verdi. Onu şehre götürdü; ofisine, şirketine, ödüllerine. Cam duvarlı mimari ofis, büyük projeler, çalışanlar… Zeynep şaşkınlıkla izledi. Tabelalarda “Arslan İnşaat — Kurucu Ahmet Arslan” yazıyordu. Zeynep adımını geri çekti: “Bu sensin?” dedi sesi titreyerek. Ahmet başını eğdi. “Evet,” dedi. “Ama seni test etmek istedim.” Zeynep gözleri doldu: “Beni fakir sanarken sever misin dedin.” Ahmet kendini savundu: “Başkalarının yüzlerine değil senin kalbine aşık oldum.” Ama Zeynep’de güven kırılmıştı.

Oradan bakıldığında felaketin eşiğine gelmişti aşkları. Zeynep şehirden ayrılmak istedi; Ahmet peşinden geliyordu, yalvarıyordu. O andan sonra her şey hızla gelişti: şirketin çalışanları, projeler, şehir hayatı, medya ilgisi… Ama Ahmet diz çöktü ve Zeynep’e söyledi: “Fakir gibi davrandım çünkü senin kalbini öğrenmek istedim. Seninle kalmak istiyorum. Sana bir ömür boyunca doğru yaşayacağıma söz veriyorum.” Zeynep gözyaşları içine gülümseyerek kabul etti. O gün köyde sade, sıcak bir düğün yapıldı; kulübenin kapanmayan kapısı çiçeklerle süslendi. Ahmet ve Zeynep, köyün sadeliğinde, gerçek hayatta, sonsuz sevgiyle hayatlarını birleştirdi.

Yıllar geçtikçe, Ahmet şirketini büyüttü ama şehre dönmedi. Zeynep’le birlikte köyde, taban çizgisinde yaşadılar. Aşevleri kurdular, yoksullara yardım ettiler, yollar yaptırdılar. İki çocukları oldu: Ela gözlü bir kız, kahverengi saçlı bir oğlan. Her gece kulübenin önünde, yıldızların altında ellerini tutarak otururlardı. Ahmet derdi: “Zenginliğim sensin.” Zeynep ise: “Seninle her şeyim var.” Ve kulübenin kapanmayan kapısı, onların sevgisine açılan bir pencere olarak sonsuza dek orada durdu.

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News