Mücadele Eden Bir Hemşire, Ölmek Üzere Olan Bir Milyarder ve Güven Üzerine Kurulu Bir Evlilik

Mücadele Eden Bir Hemşire, Ölmek Üzere Olan Bir Milyarder ve Güven Üzerine Kurulu Bir Evlilik

Palyatif bakım bölümünün floresan ışıkları hafifçe vızıldıyordu. Sessizliğe karışan o düşük uğultu, gece yarısının tekdüze ritmi gibiydi. Emily Daws için bu artık bir gürültü değil, hayatının fon müziğiydi. Beş yıldır gece vardiyalarında çalışan, yorgunlukla yoğrulan ve borçlarla boğuşan Emily, bu hastanenin seslerine alışmıştı.

Yirmi sekiz yaşında olan Emily, şansa çoktan inancını yitirmişti. Gündüzleri yedi yaşındaki kızı Lucy’ye, geceleri ise Langford Memorial Hastanesi’ndeki hastalara bakıyordu. Mutfak tezgâhında faturalar birikiyor, uyku ise küçük parçalara bölünmüş hâlde geliyordu. Yine de Emily, tüm yüklerin altında dimdik durmayı başarıyordu.

O gece Emily, 306 numaralı odaya atandı.
Dosyada yazan şuydu: Henry Ellis. 60 yaşında. Terminal evre karaciğer kanseri. DNR imzalı. Ağrı kesici reddedilmiş.

Emily kaşlarını çattı. Bu bölümdeki hastaların çoğu morfin isterdi. Ağrı, nefes almayı bile yakıcı bir şeye dönüştürdüğünde, kimse hayır demezdi. Ama Henry Ellis, keskin harflerle büyük bir hayır yazmıştı.

Emily içeri girdiğinde adam zaten uyanıktı. Yastıklara yaslanmış, tavandaki gölgeleri izliyordu. Cildi solgundu, gözleri çukurlaşmıştı ama bakışları hâlâ dikkatle doluydu.

“İyi akşamlar,” dedi Emily yumuşak bir sesle. “Ben Emily, bu gece sizin hemşirenizim.”

Adam başıyla onayladı. Sesi derin ve ölçülüydü.
“İlaç istemiyorum. Sadece sessizlik… ya da okumanız. Vaktiniz varsa.”

Emily şaşırdı. Hastalar nadiren kitap isterdi.
“Ne okumamı istersiniz?”

Adam yatağının yanındaki küçük kitap yığınına işaret etti. En üstte Tuesdays with Morrie vardı.

Emily sandalyeyi çekip oturdu, kitabı açtı ve okumaya başladı.


Sonraki birkaç gece boyunca 306 numaralı oda, sessiz bir sığınağa dönüştü. Katın geri kalanı makinelerin ritmik bip sesleriyle ve sedatiflerin getirdiği uyku ile gölgelenirken, Emily Henry’nin yanında oturup kitap okurdu. İnsanın Anlam Arayışı. Genç Bir Hemşireye Mektuplar. Hayat, ölüm, onur üzerine kitaplar. İnsanların barış aradığı kitaplar.

Henry hiçbir zaman Emily’nin hayatı hakkında soru sormadı. Belki de bu yüzden, beşinci gece Emily’nin sesi sayfanın ortasında titredi. Boğazını temizledi ve neredeyse kendi kendine fısıldadı:
“Bazen düşünüyorum da… iyilik hâlâ bir anlam ifade ediyor mu?”

Henry başını yana eğdi, sessizce bekledi.

“Babam acil serviste öldü,” dedi Emily, gözlerini kitaptan ayırmadan. “Kalp krizi. Sigortası yoktu. Altı saat boyunca plastik bir sedyede bekletildi. Kimse gelmedi. Kimse umursamadı.”

Oda sessizleşti. Sonunda Henry’nin sesi, önceki hâlinden daha yumuşak duyuldu:
“Biri umursadı. Sen.”

Emily o an adama baktı. Çukur gözlerin ardında kararlı, sarsılmaz bir bakış vardı. Başını usulca salladı. Ve aralarında kelimesiz bir bağ doğdu.


Bir hafta sonra Emily, 306 numaralı odadan çıkıp koştu. Koridorun diğer ucunda porselenin çini zemine çarpıp kırılma sesi gelmişti. 312 numaralı odada, böbrek yetmezliğinin son evresindeki yaşlı Mr. Nolan banyoda düşmüştü.

Emily tereddüt etmedi. Adamı kollarının altından kavrayıp kaldırdı, yarasını temizledi, üzerine kuru bir hasta önlüğü giydirdi, battaniyeyi üzerine örttü. Çıkmadan önce dosyasında yazılı bir telefon numarasını fark etti. Sessizce aradı. Karşıdaki kadın, gözyaşlarıyla “Yarın geleceğim,” dedi.

Emily farkında değildi ama Henry kapısı aralık odasından tüm bunları görmüştü. Onu yaşlı adamı kaldırırken, sakin sesiyle güven verirken ve yabancı bir kızı arayıp “Babanız sizi bekliyor,” derken izlemişti.

O gece Henry’nin bakışları farklıydı. Emily odadan çıktıktan sonra, gözlerini tavana dikti. Uzun zamandır ilk kez kendi acısını değil, bir başkasının geleceğini düşündü.


Günler geçti. Henry onu test etti. Sahte morfin isteği, yere bırakılmış cüzdan, gizlice gönderilen pahalı bir oyuncak. Her seferinde Emily dürüst kaldı. Protokolden sapmadı. Cüzdanı açmadan geri verdi. Oyuncağı notla iade etti:

“Kızıma şükran duymayı öğretiyorum ama aynı zamanda neden bir şey verildiğini sorgulamayı da. Bunu benden daha az imkânı olan bir çocuğa verin.”

Henry o gece gülümsedi. Uzun zamandır ilk kez.
Aradığı kişiyi bulmuştu.


Üç hafta sonra gerçek açığa çıktı.

Henry Ellis aslında Edward Langford’du. Langford Sağlık Sistemleri’nin kurucusu, milyarder, dul, çocuksuz bir adam. İki yıldır hastanesinde isimsiz yatıyor, kurduğu sistemin gerçekte nasıl işlediğini gözlüyordu. Ve şimdi ölüm kapıya dayanınca, son bir arzusu vardı:

Emily ile evlenmek.

Aşk için değil. Para için değil. Güven için. Çünkü yalnızca yasal eş, devasa Langford Toplum Sağlığı Fonunun kontrolünü alabilirdi. Bu fon, burslar, yalnız anneler için doğum bakımı ve sigortasız hastalara ücretsiz hizmet sağlayacaktı.

Emily’nin dünyası altüst oldu. “Yapamam,” diye fısıldadı. “Ben öyle biri değilim. İnsanlar yanlış anlar.”

Edward zayıf elini kaldırdı.
“Seni evet dediğin için seçmedim. Hayır dediğin için seçtim.”

O gece Emily, kızına anlattı. Lucy dikkatle dinledi, sonra şöyle dedi:
“Eğer o da nazikse ve yalnızsa, belki onun da bir aileye ihtiyacı vardır.”

Sabah olduğunda Emily cevabını bulmuştu.


Nikâh hastane odasında kıyıldı. Çiçek yoktu, müzik yoktu. Sadece bir papaz, iki şahit ve Lucy’nin derste yaptığı kâğıt çiçek buketi vardı. Emily mavi üniformasını giymişti. Edward gömlek ve eski bir kravat.

“Teşekkür ederim,” dedi Edward imzayı atarken. “Bu dünyadan onurumla ayrılmama izin verdiğin için.”

Ama ayrılmadı. En azından hemen değil.


Emily’nin yanında Edward değişmeye başladı. Ağrıları hafifledi, yeniden gülmeye başladı. Koridorlarda bastonla yürümeye başladı.

Bir gece Lucy, Edward’ın yanında uyuyakaldı. Edward küçük kızın elini tuttu, fısıldadı:
“Geçmişimde senin gibi birini hiç tanımadım. Ama şimdi tanıdığım için mutluyum.”

Kapıda duran Emily’nin gözleri doldu. O artık ölümü bekleyen bir adam görmüyordu. Hayata yeniden tutunan birini görüyordu.


Aylar sonra Edward, Langford Fonu’nun yönetimini Emily’ye devretti. Emily mal varlığını, evleri, hisseleri reddetti. Sadece fonu kabul etti. Çünkü bu kendisi için değil, başkaları içindi.

Altı ay içinde hemşirelik bursları açtı, ücretsiz bakım merkezi kurdu, sigortasız hastalara hizmet veren yeni bir bölüm başlattı.

Basın sorular yağdırdı. Emily kürsüde sakin durdu.
“Ben bir milyarderle evlenmedim,” dedi. “Yeniden yaşamayı öğrenen bir adamla evlendim. Bana servetini değil, güvenini bıraktı. Ve ben bu güveni halk için kullanacağım.”

Salondaki sessizlik alkışlarla bölündü.


Bir yıl sonra Emily, hemşirelik yüksek lisans diplomasını aldı. Lucy sevinçle alkışladı. Emily sahneden inerken gözleri dondu.

Edward oradaydı. Bastonsuz. Zayıf ama gülümseyerek. Yaşıyor.

Lucy koşup boynuna atladı. “Artık cennete gitmiyorsun, değil mi?”

Edward güldü. “Sen mezun olana kadar değil. Annenle bir anlaşmam var.”

Emily gözyaşlarıyla yanına geldi. “Geldin.”
“Bunu kaçırmazdım,” dedi Edward. “Bu defa değil.”


O yaz, Langford Umut Merkezi açıldı. Ücretsiz bakım, burslar ve şifa bahçesi olan üç katlı bir merkez. Açılışta bağışçılar yoktu, flaşlar yoktu. Sadece bir aile.

Emily, Edward ve Lucy birlikte genç bir meşe ağacı dikti.

“Adı ne olacak?” diye sordu Lucy.

Emily gülümsedi. “Umut.”

Bahçe kapısındaki taşa şu sözler kazınmıştı:
“Sevgi miras alınmaz. İnşa edilir.”

Ve Edward, ilk kez kendi ölümünü değil; dokunacakları hayatları düşündü.

Bu bir son değildi.
Bir başlangıçtı.

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News