”O Gazi Kim Biliyormusun?” 21B Koltuğu – İnişe Kadar Nefes Kesen Uçak Gerilimi.

”O Gazi Kim Biliyormusun?” 21B Koltuğu – İnişe Kadar Nefes Kesen Uçak Gerilimi.

Kahvenin kokusu… Daha hiçbir şey fark edilmeden önce onunla çarpıştı. Ne kabin gürültüsü, ne sabırsız yolcuların sohbeti… Sadece geri döndürülmüş havada süzülen o sıcak, hafif acı kafein kokusu. Ayşe, omzundaki çantayı biraz daha yukarı kaldırarak uçağa adım attı. Topukları köprü geçidinin zemininde iki kez hafifçe tıkırdadı. Son nefesi yüksek sesli değildi; sadece uzun bir iç çekişle serbest kaldı. Bu, nihayet özgür olduğunu söyleyen bir nefesti.

Bugün ne basın ordusu ne kameralar ne manipülasyon odası vardı burada. O basın sekreteri Ayşe değildi; sadece yirmili yaşlarında, evine dönen genç bir kadındı. Evet, eskiden ailesinin dondurma dükkânında çikolatalı ve naneli sorbe kepçelermiş o dükkâna krem sürerdi. Yıllar geçmişti, adı değişmişti belki, ama hafızasındaki o tatlar silinmemişti.

Kabin koridoru dardı. Başüstü dolaplar çoktan tıkabasa dolmuştu. Biri omzuna bir spor çantayla çarptı. Özür dilemedi. Ayşe umursamadı; daha kötüsüne alışıktı. Bu uçak 1. sınıf lüks servisi değil; hayatta kalmak içindi. Daha sessiz, daha fazla bacak mesafesi arıyordu; birilerinin onun uykusunu canlı yayınlama riski daha az olsun diye.

Adam, koltuğuna ulaştı ve durdu. Belki 80 yaşındaydı; belki daha büyük. Yavaş ama gururlu hareket ediyordu. Omuzları hafif kambur, gözleri soluk… Lacivert şapkanın düşük siperliğiyle gölgelenmişti. Şapkanın üzerinde sadece “2. Dünya Savaşı Gazi’si” yazıyordu. Gösterişsiz, abartısız, kullanılmış ama hak edilmiş bir şapka. Eli koltuğun sıra arkası korkuluklarına tutunuyordu; her adımı özenle atıyordu. Sanki koltuğuna kadar olan her santim, bir ağırlığı taşıyordu.

Kimse dikkat etmedi. Bir kadın yüzü mavi ışıkla aydınlanmış telefonunda gezinirken, bir adam dizüstü bilgisayarına tıklayıp kaşlarını çatıyordu. Bir çocuk annesinin kolunu çekiştiriyordu ama susturuldu. Ayşe, 26. sıra, orta koltuk alanını göz ucuyla süzdü. Dizleri, önündeki sehpayla değiyor; insanı hep küçük hissettiren koltuklardan biriydi. Ama eli beyni karar vermeden önce harekete etti.

“Efendim,” dedi. Adam yavaşça döndü; gözleri yaşla bulanıktı ama altında keskin bir ifade vardı. Sonra Ayşe, içten gelen bir tebessümle, “Koltuğumu alırsanız onur duyarım,” dedi. Adam gözlerini kırpıştırdı, “Hayır, lütfen. Ne emir ne rica… Sadece bir köprüydü,” dedi. Ayşe bu köprüye iki ayağıyla bastı. “Merhaba, siz zaten çok şey yaptınız. Bırakın bunu ben yapayım,” dedi.

Bir an geçti, sonra kıkırdaması duyuldu; yumuşak, çakıl taşları gibi. “İnişte sana kahve ısmarlarsam?” dedi adam. Anlaştılar. Ayşe ona koltuğu bulmasında yardım etti; çantasını ön koltuğun altına nazikçe yerleştirdi. Ardından parmakları deri kolçakta bir saniye fazla durdu. Gözler koridorda ilerlerken yolcular birer birer bakmaya başladı. Genç bir kadın kulaklıklarını çıkardı. Bir çift birbirine baş salladı. Sanki dünyada yeniden düzgün bir şey görmüşlerdi. Ama Ayşe bunu fark etmedi.

21B koltuğuna sürüldü. İki yabancının arasına oturdu. Kimse selam vermedi. Dizleri önündeki sehpayla değiyor; paltosu bileğini kaşındırıyordu. Umrunda değildi. Bunu hikâye olsun diye yapmamıştı; kimse için yapmamıştı. Sadece doğru olan buydu. Ve bilmiyordu ki bu küçük hareketin, 3C ile 21B sıraları arasındaki sessiz alanda eski bir sırrı uyandıracağıydı.

Uçak iniş yaptığında, hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Yanındaki adam, bir sırrı itiraf eder gibi eğildi: “Sen bunun kim olduğunu biliyor musun?” Ayşe şaşırdı. Hazırlıksız yakalanmıştı. Adamın sesi kalındı; kahvedeki çakıl taşları gibiydi. Gömleği buruşuktu; ceketinin altında savrulmuş bir yaka ucu vardı. Sonra adam konuştu: “Emekli subay gazi… Reyhan Hacıoğlu.” Ayşe’ye ilk başta bir şey ifade etmedi; ama adamın söyleyiş tarzı, ne yüksek ne fısıldı—bir ağırlık taşıyordu.

Yavaş yavaş, bu adamın sıradan bir gazi olmadığı anlaşıldı. Ayşe’nin zihninde geçmişin gölgeleri dans etmeye başladı. Reyhan’ın adı, sırrı, kimliği… Uçak hâlâ hareketsiz gibi, ama içindeki gerilim doruktaydı. Kaptanın anonsu hoparlörden cızırdadı: “Bayanlar ve baylar, sistem kontrolü yapıyoruz. Endişelenmenize gerek yok…” Ama o ses fazla temiz, fazla sakin… Sanki sistemin altında başka planlar yatıyordu.

Ayşe’nin gözleri sehpadan kalktı. Türbülans yoktu, fırtına yok, hava yolu trafiği yok. Sadece sebepsiz bir gecikme vardı. Yanındaki adamın kıkırdaması duyuldu: “Evet, normal değil.” Gözlerini pencereden dışarı salladı. O yükseklikte hava durumu sorunu olmayan bir devredeydiler. Peki ya sorun… başka şeylerle ilgiliydi? Ayşe elini içgüdüyle kemerine götürdü; sıkılaştırdı.

Arkasında bir şey kıpırdadı. 20C koltuğundaki adam… Reyhan’ı izliyordu. Ama izlemekten fazlası vardı. Ayşe nefes aldı. Reyhan tekrar döndü; bu sefer daha yavaş. Sanki Ayşe’nin izlediğini biliyormuş gibi… O bakışta, o niyette… Ne alarm ne korku; sadece bilinmeyen bir niyet.

Ayşe kemerini çözdü. “Nereye gidiyorsun?” diye sordu yanındaki. Alınacak bir cevap yoktu. Ardından hafif adımlarla koridora yöneldi. Yol boyunca yolcular göz açıp kapayıncaya kadar dondu. Kabin sessizleşti. Havada asılı bir beklenti vardı. Reyhan ona koltuğunun yanını işaret etti. Ayşe oturdu. Şimdi iyice yakındı, yüzünü yakından gördü: yorgun çizgiler, zor yılların izi. “Senin koltuğunu vermem gerekmezdi,” dedi Reyhan. “Ama istedim.”

“O neye bulaştığını bilmiyorsun,” dedi. Ve Ayşe, korku ile merak arasında titreşirken, Reyhan’ın az sonra açacağı çantayı gördü. İçindeki mühürlü zarf, metal taşlar, flash bellek… Türkiye Cumhuriyeti mührüyle mühürlenmiş bir belge. Her şey dondu o anda. Uçak yine sarsıldı: türbülans değil, düşüş. Kabin bir gök gürültüsü gibi çalkalandı. Maskeler düştü; oksijen eksildi; sessizlik panikle birleşti.

Ayşe maskesine uzandı. Parmakları titriyordu. Ama kalbi yavaşlamıyordu. Çantayı kucağına çekti. İçinden soğuk şeyler çıkardı. Flash bellek, mühürlü zarf, belgeler… Gerçekler, gizli operasyonlar, kaybolan gaziler, karanlık görevler… O anda anladı ki bu, bir hikâye olmaktan çıkmıştı. Hayatının en tehlikeli anıydı. Kaptan susturulmuştu. Reyhan kaybolmuştu. Ajanlar kontrolü ele geçirmişti. Ama Ayşe, o zarfla ışığı taşıyan tanıktı. Dünyanın hiç tahmin etmediği tek kişi.

Ve uçak hâlâ havadaydı. Gerçek kaptanın sesi, “Bu uçağı indirmeyin,” diyordu. Bu emir yalnızca teknik bir mesaj değildi; bir savaştı. Ayşe kilitlendi. Gözleri çantadaki mühüre sardı. Parmakları kayışa sıkı sıkıya tutundu. Çünkü bazen en küçük nezaket hareketi – koltuğu vermek – dünyanın eksenini değiştirebilirdi.

Ve Ayşe, sessiz ama kararlı, tek bir şey biliyordu: bazı gerçekler ölmez. Onları taşıyanlar ölse bile, o gerçekler durur; sabırla, cesaretle bekler. Spor çantalarda, mühürlü zarflarda, derinlere gömülü sırlar… Ve dünyaya karşı direnebilecek tek şey, sessiz bir insanın elindeki bir flash bellekti.

Kalkıştan inişe kadar, o uçakta herkesin kalbi bir salise kadar duracaktı. Ve Ayşe, 21B koltuğunda, dünyayı değiştirecek yükü taşıyan gizli bir tanıktı. Uçak yere değdiğinde, hiç kimse eskisi gibi olmayacaktı.

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News