Oğlum Beni Öldürmeye Çalıştı: Hafızamı Kaybettiğim Yıl ve Bana Geri Dönen Gerçek
Bir sonbahar akşamüstüydü; uyandığım oda artık bana tamamen yabancı geliyordu. Perdelerin arasından süzülen solgun ışık, hem tanıdık hem de yabancı bir evi aydınlatıyordu. Tam bir yıldır, yaşamımın ne olduğunu hatırlayamadan bir boşluğun içinde hapsolmuştum. Çocuklarımın, eşimin, hatta komşularımın yüzleri zihnimde yağmur altında silinen fotoğraflar gibi bulanıktı. Her şey gerçeküstüydü.
Belleğim, o kazadan sonra beni terk etmişti. Doktorlara göre, kafama aldığım darbe yıkıcıydı. Ama kimse bana gerçeğin tamamını söylemedi. O kazanın yalnızca bir “kaza” olmadığını kimse dile getirmedi.
Başlarda hatırlamamanın tuhaf bir huzuru vardı. Her gün bir sürprizdi; acıya karşı beni koruyan masum bir perdenin arkasında yaşıyordum. Kolay güler, en küçük şeylere bile duygulanırdım. Zaman zaman içimde bir huzursuzluk yankılansa da, bunu yaşadığım durumun karışıklığına verirdim.
Fakat bazı eşyalar bana bir şeyleri hatırlatmaya başladığında, her şey değişti: Mutfak çekmecesindeki paslı bir bıçak, neye ait olduğunu çözemediğim kurumuş lekeler; dolabın arkasındaki eski kan izleri; oğlumun fotoğraflarındaki o yabancı ifade — nefretle çaresizliğin karışımı bir bakış. Küçük ayrıntılar birleşip, zihnimin reddetmek istediği bir tablo oluşturuyordu.
Bir gece, rüyamda onu gördüm — kendi oğlumu. Ellerinin titrediğini, beni ittiğini ve yere düştüğümü hissettim. Korkuyu, soğuğu ve ihaneti tenimin her noktasında duyumsadım. Ter içinde uyandım; boğazım kupkuruydu. Artık görmezden gelemeyeceğimi anladım. Hatırlamam gereken bir şey vardı.
Anılar bir sel gibi geri döndü. Önce dağınık parçalar: mutfakta tartışan oğlum, öfkeyle soluyan nefesi, gözlerindeki karanlık. Sonra her şey birleşti ve dayanılmaz bir gerçeğe dönüştü: Oğlum beni öldürmeye çalışmıştı. Bunu planlamıştı. Soğukkanlılığı damarlarımı dondurmuştu. Hafızamı kaybettiğim o dönemde, kendi kanım, kendi canım hayatıma kastetmişti.
Acı tarifsizdi ama aynı zamanda açıklayıcıydı. İntikam ya da nefretle yaşayamayacağımı fark ettim. Saatlerce ağladım, her gözyaşı içimdeki korkunun birazını temizledi. Sonra onu aradım. Odamda titreyerek, suçluluk ve korku içinde beni bekliyordu.
“Sadece neden?” dedim, sesim kırık, yılların ağırlığıyla doluydu. Hemen cevap vermedi. Başını eğdi ve anlatmaya başladı: yalnızlığını, umutsuzluğunu, kendini terk edilmiş hissettiği anları… Mantığın ve sevginin çarpıldığı o karanlık uçuruma nasıl sürüklendiğini. Her şeyi planlamış, öfkesine yenilmişti ama sonra, pişmanlık duymuştu — kader beni kurtarmadan hemen önce.
Ona sarıldım. Kör bir affedişle değil, insanın karanlıkta kaybolabileceğini anlayarak. Bazen en çok sevdiklerimiz bile akıl almaz hatalar yapabilir. O gece, affetmenin özünü anladım: bu, bize zarar verene verilen bir hediye değil, kendi kalbimizi özgürleştiren bir eylemdi.
Sonraki haftalarda ilişkimiz kırık camlar üzerinde yürümek gibiydi. Her kelime, her bakış, ihanetle korku arasına uzanan bir köprüydü. Oğlum hatalarıyla yüzleşmeyi öğreniyordu; ben de anılarımın zehrine teslim olmamayı. Hatırlamak artık bir ceza değil, bir öğretmendi: Hayatın ne kadar kırılgan, sevginin ise ne kadar dirençli olabileceğini öğretti.
Bugün, hafızamın geri dönmesinin üzerinden bir yıl geçti. Artık daha temkinli, daha farkında bir hayat yaşıyoruz. Her gün, kötülüğün bazen en sevdiklerimizin kalbinde bile saklanabileceğini ama anlayış, diyalog ve affın insanı umutsuzluktan kurtarabileceğini hatırlatıyor bana.
Dünya ne siyah ne beyaz. Bizim hikâyemiz, acının bir öğretmene dönüşebileceğinin canlı kanıtı. Korku ve ihanetle sarsılsak bile, insanlık yeniden doğabilir — eğer kendi içimizdeki karanlıkla yüzleşmeyi ve acı gerçeği kabullenmeyi seçersek.
Çünkü en koyu karanlıkta bile, affetmenin ve empati duygusunun ışığı yeniden inşa edilecek bir yol açabilir. Gerçek sevgi, kusursuzlukta değil; hataları kucaklayıp insan olmayı öğrenmekte saklıdır.