Sahneyi Yakan Tiyatroda, İtiraf Edilmemiş Bir Aşk İçin Son Melodiyi Hâlâ Çalıyorlardı

Sahneyi Yakan Tiyatroda, İtiraf Edilmemiş Bir Aşk İçin Son Melodiyi Hâlâ Çalıyorlardı


La noche en que el Teatro Real de Monteluna ardió en llamas, el aire olía a terciopelo, a perfume caro y a destino. Afuera, el cielo era una sábana negra agujereada por estrellas, y dentro, las luces del escenario se preparaban para encenderse una última vez. Nadie lo sabía todavía, pero aquella sería la última función, el último aplauso, la última nota.

La noche en que İstanbul Operası y sahnesi kül oldu, hava kadife, pahalı bir parfüm ve kader kokuyordu. Dışarıda, gökyüzü yıldızlarla delinmiş bir kara çarşaf gibiydi, içeride ise sahne ışıkları son kez yanmaya hazırlanıyordu. Henüz kimse bilmiyordu ama bu son gösteri, son alkış, son nota olacaktı.

En el foso de la orquesta, Gabriel Lázaro, pianista principal, afinaba las teclas con una calma fingida. Sus dedos temblaban ligeramente, no por miedo, sino por algo más profundo: la presencia de Elena Duarte, la soprano más brillante del país, la mujer a la que amaba en silencio desde hacía tres años.

Orkestra çukurunda, baş piyanist Ahmet Yılmaz tuşları sahte bir sükûnetle akort ediyordu. Parmakları hafifçe titriyordu; korkudan değil, daha derin bir şeyden: üç yıldır sessizce âşık olduğu ülkenin en parlak soprano sopranosu Leyla Özdemir’in varlığından.

Elena estaba en su camerino, frente al espejo ovalado, repasando su partitura. Su reflejo mostraba una mezcla de nervios y melancolía. Desde el pasillo, Gabriel podía oír su voz ensayando un fragmento de “La Traviata”, y cada nota le atravesaba el pecho como una herida dulce.

Leyla, soyunma odasında oval aynanın karşısında, partisyonunu tekrar okuyordu. Yansımasında sinir ve melankoli karışımı görünüyordu. Koridordan Ahmet, “La Traviata”dan bir parçayı prova eden onun sesini duyabiliyordu ve her nota göğsünden tatlı bir yara gibi geçiyordu.

El teatro estaba lleno. Políticos, aristócratas, poetas, todos esperaban una noche memorable. Pero las paredes antiguas de Monteluna escondían grietas invisibles, y en los pasillos traseros, una chispa eléctrica —nadie sabría nunca de dónde vino— comenzó a reptar por los cables, encendiendo un fuego que pronto se haría dueño de todo.

Tiyatro doluydu. Politikacılar, aristokratlar, şairler—hepsi unutulmaz bir gece bekliyordu. Ama İstanbul’un eski opera salonunun duvarları görünmez çatlaklar saklıyordu ve arka koridorlarda, elektriğin çıkışını kimsenin asla bilmediği bir kıvılcım kablolar boyunca sürünerek ilerlemeye başladı; çok geçmeden her şeyi ele geçirecek bir yangın başlatıyordu.

La función empezó puntual. Gabriel tocó con una pasión inusitada, como si presintiera algo. Elena entró en escena, vestida de blanco, iluminada por un foco dorado. Su voz llenó el teatro. El público contuvo la respiración. Y entonces, mientras el segundo acto alcanzaba su clímax, un olor extraño comenzó a colarse entre las butacas: madera quemada, tela ardiendo.

Gösteri tam zamanında başladı. Ahmet, sanki bir şey önsemişçesine, olağanüstü bir tutkuyla çaldı. Leyla sahneye beyaz elbiseyle çıktı, altın bir spot ışığıyla aydınlatılmıştı. Sesi tiyatroyu doldurdu. İzleyiciler nefesini tuttu. Ve ikinci perde doruğa ulaşırken, koltukların arasından garip bir koku süzülmeye başladı: yanmış odun, alevlenen kumaş.

Los murmullos crecieron. Un tramoyista gritó algo tras bastidores. Los músicos dejaron de tocar, uno tras otro, hasta que sólo quedó Gabriel, sus manos corriendo sobre las teclas como si no oyera el caos alrededor. Elena, confundida, se volvió hacia él. Lo vio tocar una melodía que no estaba en la partitura. Era suya, una composición propia, un tema que nunca había mostrado a nadie.

Fısıltılar arttı. Dekor ekibinden biri sahne arkasında bir şey bağırdı. Müzisyenler birer birer çalmayı bıraktı; sonunda yalnızca Ahmet kaldı, elleri çevresindeki kaosu duymuyormuş gibi tuşlar üzerinde koşuyordu. Leyla kafası karışmış halde ona döndü. Onun partisyona yazılmamış bir melodi çaldığını gördü. Kendi bestesiydi, hiç kimseye göstermediği bir eser.

El fuego ya se veía desde el techo. Las cortinas ardían. El público comenzó a correr, gritar, empujar. Pero en el centro del escenario, Gabriel seguía tocando. Elena descendió los escalones, entre humo y chispas, y se acercó a él.

Yangın artık tavandan bile görünüyordu. Perdeler yanıyordu. Seyirciler koşmaya, bağırmaya, itişmeye başladı. Ama sahnenin ortasında Ahmet çalmaya devam ediyordu. Leyla merdivenlerden indi, duman ve kıvılcımlar arasında, yanına yaklaştı.

—¿Qué haces, Gabriel? ¡Tenemos que salir! —gritó, tosiendo.
—Toco por ti. Por lo que nunca dije.

—Ne yapıyorsun, Ahmet? Çıkmalıyız! —dedi öksürerek.
—Senin için çalıyorum. Söyleyemediklerim için.

Elena se detuvo, incapaz de moverse. La música era una confesión. Cada nota contaba lo que las palabras habían callado. Entre los truenos del incendio, la melodía se elevaba pura, limpia, como si el piano estuviera hecho de luz.

Leyla durdu, hareket edemiyordu. Müzik bir itiraf gibiydi. Her nota, kelimelerin sessiz kaldığını anlatıyordu. Yangının gök gürültüleri arasında, melodi saf, temiz yükseliyordu, sanki piyano ışıktan yapılmıştı.

Los bomberos llegarían demasiado tarde. El techo colapsó. Pero algunos testigos juraron que, justo antes de que el fuego lo devorara todo, aún se oía el piano. Aún sonaba aquella canción imposible.

İtfaiyeciler çok geç gelecekti. Çatı çöktü. Ama bazı tanıklar yemin etmişti ki, yangın her şeyi yutmadan hemen önce bile piyanonun sesi hâlâ duyuluyordu. O imkânsız şarkı hâlâ çalıyordu.

A la mañana siguiente, cuando las cenizas todavía humeaban, encontraron el cuerpo de Gabriel junto al instrumento calcinado. Sus dedos estaban sobre las teclas, en posición de acorde mayor. En su bolsillo, una carta ennegrecida:

Ertesi sabah, küller hâlâ tütüyorken, Ahmet’in cesedi yanmış enstrümanın yanında bulundu. Parmakları tuşların üzerinde, majör bir akor pozisyonundaydı. Cebinde, kararmış bir mektup vardı:

“Si algún día lees esto, sabrás que toda mi música fue para ti. No tuve el valor de decírtelo en vida. Pero en mi última melodía, todo está dicho.”

“Bir gün bu mektubu okursan, tüm müziğimin senin için olduğunu bileceksin. Hayatta söyleyecek cesaretim olmadı. Ama son melodimde her şey söylendi.”

Elena sobrevivió. Fue encontrada inconsciente cerca de la salida lateral, con la partitura chamuscada de la última ópera entre sus brazos. Desde ese día, nunca volvió a cantar en público. Compró un piano igual al de Monteluna y lo colocó frente a una ventana que daba al mar.

Leyla hayatta kaldı. Yan çıkış yakınında bilinci yerinde değil halde bulundu, kollarında son operanın hafifçe yanmış partisyonuyla. O günden sonra bir daha asla halk önünde şarkı söylemedi. Monteluna’dakiyle aynı bir piyano aldı ve onu denize bakan bir pencerenin önüne koydu.

Cada atardecer, tocaba aquella misma melodía. No la tocaba bien —sus manos no eran las de un pianista—, pero ponía en cada nota la ternura de quien ama más allá de la vida.

Her akşam güneş batarken, aynı melodiyi çalardı. İyi çalmazdı — elleri bir piyanistinki değildi — ama her notaya, yaşamın ötesini seven birinin şefkatini koyuyordu.

Pasaron los años. La gente olvidó el incendio, el teatro fue reconstruido y volvió a llenarse de luces y risas. Pero en el pequeño pueblo costero donde vivía Elena, los vecinos contaban una historia. Decían que, algunas noches de tormenta, el sonido de un piano podía oírse desde las colinas.

Yıllar geçti. İnsanlar yangını unutmuştu, tiyatro yeniden inşa edildi ve tekrar ışıklarla, kahkahalarla doldu. Ama Leyla’nın yaşadığı küçük kıyı kasabasında, komşular bir hikâye anlatıyordu. Fırtınalı bazı gecelerde, tepelerden bir piyanonun sesi duyulabileceğini söylüyorlardı.

Un sonido limpio, suave, melancólico. Una melodía que parecía venir de otro tiempo.

Temiz, yumuşak, melankolik bir ses. Başka bir zamandan gelmiş gibi bir melodi.

Una melodía que hablaba de un amor no confesado. Y en la vieja casa blanca, junto al mar, una mujer de cabello plateado sonreía entre lágrimas, tocando hasta que amanecía.

İtiraf edilmemiş bir aşkı anlatan bir melodi. Ve deniz kenarındaki eski beyaz evde, gümüş saçlı bir kadın, gözyaşları arasında gülümsüyor, güneş doğana kadar çalıyor.

Porque hay músicas que no se tocan con los dedos, sino con el alma. Y amores que, aunque no se digan, nunca dejan de arder.

Çünkü parmaklarla değil ruhla çalınan müzikler vardır. Ve söylenmese de, asla sönmeyen aşklar.

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News