Sessizliği Bozan Buluşma: Celladın Kurbanının Acısını Anladığı Gün
Salondaki saat akşam yedi buçuğu gösterdiğinde Cem Arslan, gençliğinin geçtiği eski liseye arabasını park etti. O kapılardan son kez geçtiği günden bu yana yirmi yıl geçmişti, ama nemli beton kokusu, koridorlarda yankılanan ayak sesleri ve genç kahkahalarının uğultusu hâlâ havada asılı kalmış gibiydi.
Bu gece, İstanbul’daki Atatürk Lisesi’nin mezunlar buluşmasıydı; sosyal medyada başlatılmış bir fikir. Cem haftalarca gidip gitmemeyi düşündü. Sonunda merakı —ve biraz da gururu— ağır bastı. Artık başarılı bir iş insanıydı: iki çocuk babası, dışarıdan bakıldığında mükemmel bir hayata sahip.
Ama o gece, kadehler ve anılar arasında, geçmiş onu bir kurt gibi ısıracaktı.
Salon sıcak ışıklarla, eski fotoğraflarla ve şu yazıyla süslenmişti:
“2005 Mezunları – Bir Aileyiz, Hep Öyle Kalacağız.”
Cem acı bir gülümsemeyle baktı. “Aile…” Bir zamanlar kendi içlerinden birini yok etmiş bir grup için ne büyük bir kelimeydi bu.
Bir kadeh şarap doldururken, yüzleri tanıdı: Eski şakacı Mert, sınıfın en güzel kızı Selin, ve elbette, o zamanki yakın arkadaşı Emre —acımasız şakaların ortağı.
— “Cem! Kardeşim, hiç değişmemişsin!” — diye bağırdı Emre, sarılarak.
Güldüler, kadeh tokuşturdular, bir süre her şey keyifliydi. Ta ki bir isim havayı dondurana kadar.
— “Murat’ı hatırlıyor musunuz?” — diye sordu Selin, sesi hem meraklı hem suçlu — “Hani hep yalnız duran, sessiz çocuk.”
Bir sessizlik çöktü. Kimse konuşmadı. Cem başını eğdi.
Emre zorlama bir kahkaha attı.
— “Evet ya, kitapların kenarına şiir yazan o garip çocuk! Ne oldu acaba ona?”
Selin kaşlarını çattı.
— “Sanırım okulu bitirmeden ayrılmıştı… Bir zorbalık olayı olmuştu, değil mi?”
Kelimeler görünmez bıçaklar gibi havada asılı kaldı.
Cem’in göğsünde eski bir ağırlık uyandı. Gözlerinin önüne sahneler geldi: kahkahalar, itiş kakışlar, hakaretler… Murat’ın çamur içindeki yüzü. Kırık bakışları.
Bir kış günü, Cem ve Emre’nin onu tuvalette sıkıştırdığını hatırladı. Çantasını alıp kitaplarını klozete atmışlardı.
— “Sen bir hiçsin. Kimse seni istemiyor burada.”
Murat sessizce ağlamış, yumruklarını sıkmıştı. Onlar ise gülerek videoya çekmişlerdi.
Kimse dur dememişti. Hiç kimse.
Saatler geçti, kadehler bitti, gülümsemeler dondu. Cem sakin görünmeye çalıştı ama içinde bir gölge büyüyordu. O gece eve döndüğünde, küçük oğlu Can odasına kapanmıştı.
— “Oğlum, iyi misin?” — dedi kapıdan.
Cevap yoktu. İçeri girdiğinde Can’ın gözleri şişmişti.
— “Ne oldu?”
— “Hiç…” dedi çocuk.
Cem diz çöktü. — “Bana söyle, kim yaptı bunu?”
Can telefondaki ekranı gösterdi. Bir WhatsApp grubu: “Okulun Kral Çocukları.”
Manipüle edilmiş fotoğraflar, alaycı videolar, aşağılayıcı yazılar.
— “Düşünce videomu paylaştılar… garip olduğumu söylüyorlar… Dün tuvalette dövdüler…”
Cem’in boğazı düğümlendi.
Tuvalet, kahkahalar, korku… Hepsi geri geldi. Ama bu kez, kendi çocuğunun gözlerinde.
Oğluna sarıldı, fakat çocuk donuktu.
— “Baba, okula gitmek istemiyorum. Kaybolmak istiyorum.”
Bu sözler Cem’in yüreğini parçaladı.
O gece uyuyamadı. Koltukta oturup geçmişteki her anı düşündü. Murat’ı, yaptığı kötülükleri… Telafisi imkânsız olanı.
Ertesi sabah okula gitti. Müdürle, rehber öğretmenle konuştu.
— “Elimizden geleni yapıyoruz, beyefendi. Zorbalık karmaşık bir durum…”
Koridordan çıkarken biri koşarak geçti ve Can’ı itti.
— “Çekil önümden, salak!” dedi çocuk.
Cem çocuğun kolunu tuttu.
— “Yeter artık!”
Ama çocuk, meydan okur gibi baktı. — “Beni ellemeyin, amca.” — deyip uzaklaştı.
Cem o an anladı Murat’ın neler hissettiğini: yalnızlık, aşağılanma, çaresizlik.
O akşam Facebook’ta aramaya başladı: Murat Demir.
Bulması uzun sürmedi. Bir şiir sayfası, sergi fotoğrafları, huzurlu bir yüz. Hayatta kalmıştı.
Titreyen parmaklarla yazdı:
“Merhaba Murat. Ben Cem, Atatürk Lisesi’nden.
Sana geç kalmış ama samimi bir özür borçluyum.
Şimdi anlıyorum sana yaptığımızı. Oğlum aynı acıyı yaşıyor.
Her gün içim yanıyor. Sadece özür dilemek istedim. Gerçekten pişmanım.”
Saatler geçti, yanıt yoktu.
Gece yarısı mesaj geldi:
“Seni hatırlıyorum Cem. Elbette hatırlıyorum.
Yıllarca sizin kahkahalarınızla uyuyamadım.
Ama affetmeyi öğrendim, sizin için değil, kendim için.
Oğluna sahip çık. Döngüyü kır.
Eğer o birinin yanında olduğunu hissederse, benden çok daha fazlasını yapmış olursun.”
Cem satırları defalarca okudu, gözlerinden yaşlar süzüldü.
Yirmi yıl sonra ilk kez ağladı.
Haftalar geçti. Cem oğlunu her sabah okula götürdü, öğretmenlerle konuştu, diğer ebeveynlerle işbirliği yaptı.
Yavaş yavaş ortam değişti. Can psikolojik destek aldı, gülümsemeyi yeniden öğrendi.
Bir gün okulda “Zorbalığa Karşı Farkındalık” seminerinde bir konuk konuşmacı vardı: Murat Demir, şair ve aktivist.
Cem onu sahneye çıktığında kalbi duracak gibi oldu.
Murat sade bir gömlekle, dimdik bakışlarla konuştu:
“Zorbalık okul bitince sona ermez.
Onu yaşayanların ve yapanların içinde sürer.
Ama acıdan güçlü bir şey var: affetmek ve değişmek.”
Konuşma bitince Cem dayanamayıp yanına gitti.
— “Murat…”
Murat birkaç saniye baktı, sonra elini uzattı.
— “Artık o çocuklar değiliz Cem. Önemli olan şimdi ne yaptığın.”
Sarıldılar. Uzun süre, sessizce.
Salon alkışla doldu.
O gece Cem, oğlunun masasındaki çekmeceye bir mektup bıraktı:
“Oğlum, yalnız olmanın ne demek olduğunu biliyorum.
Değersiz hissetmenin acısını da.
Ve bazen yetişkinlerin bile suçlu olduğunu.
Söz veriyorum, bir daha asla yalnız kalmayacaksın.
Gençliğimde edemediğim ses olacağım.”
Kader bazen cezalandırmaz, öğretir.
Ve o mezunlar buluşması, kahkahalarla başlayan gece, Cem’e bir gerçeği gösterdi:
Geçmişin hataları bugünün derslerine dönüşebilir.
Acıyla yüzleşmeden arınma olmaz.