Üç arkadaş piyangoyu kazandı… ve ödülü almak için sadece biri hayatta kaldı
Kazanan biletin açıklandığı sabahın erken saatlerinde, Kapadokya yakınlarındaki küçük Göksu kasabası elektrikli bir söylentiyle uyanmış gibiydi. Her zamanki gibi tütün kokulu kahvelerin servis edildiği Hasan Usta’nın kahvesinde, biri ulusal çekilişin kırk milyon avroluk büyük ödülünü kazanan numaranın 47392 olduğunu bağırdı.
Henüz kimse bilmiyordu ama o numara, mütevazı bir evin bahçesinde, bir benzin fişinin arkasına mavi mürekkeple yazılmış halde bir taşın altındaydı. Gerçekte o bilet, ayrılmaz üç arkadaşın ortak mülkiyetindeydi: Ali, Murat ve Cem.
Çocukluktan beri birbirlerini tanıyorlardı. Aynı tozlu sokaklarda büyümüş, aynı yırtık topla oynamış, aynı hayalleri paylaşmışlardı. Yıllar onları farklı yollara savurmuştu ama sonunda hepsi başladıkları yere, Göksu’ya dönmüştü: yaşamaktan çok hayatta kalmaya çalışan üç adam.
Ali marangozdu; dürüst ama artık mucize beklemeyen bir adam. Murat kamyon şoförüydü; yolların sessizliğine ve yalnız biranın tadına alışmıştı. Cem ise hayalperestti; hafta sonları meydanda piyango bileti satardı, bir gün kaderin ona güleceğine inanırdı.
Bir aralık akşamı kahvede otururken Cem önerdi:
— Bir bilet alalım, üçe böleriz.
Ali güldü.
— Şans bize hiç gülmedi ki.
— Her şeyin bir ilki vardır — dedi Cem, göz kırparak.
Kimse farkında değildi ama o gece farkında olmadan ölümle bir anlaşma yapmışlardı.
Çekilişten iki gün sonra, kazanan numara gazetelerde yer alırken Murat bileti hatırladı. Kamyonundaki kâğıtlar arasında panikle arandı, sonra Cem’i aradı.
— Bilet nerede? — dedi titreyen bir sesle.
— Sakin ol, bahçemde taşın altında. Kimse çalmasın diye oraya koydum — diye güldü Cem. — İstersen yarın çıkarır, İstanbul’a götürürüz.
— Yarın değil, bu gece — dedi Murat, anlam veremediği bir telaşla.
Gece yarısı üçü Cem’in evinde buluştu. Bahçe toprak kokuyordu. Cem taşı kaldırdı, kağıdı çıkardı. Işıkta numara parladı: 47392.
Ali inanamadı.
— Bu olamaz.
— Olabilir — dedi Murat, bozulmuş bir gülümsemeyle. — Kırk milyon, dostlar.
Bir an sessizlik çöktü. Ardından görünmez ama gerçek bir açgözlülük gölgesi aralarına sızdı. O gece her şey değişti.
Ertesi sabah Cem ortadan kayboldu. Ali defalarca aradı, cevap yok.
— Kutlama yapıyordur — dedi Murat, ama gözlerini kaçırdı.
O öğleden sonra, bir köylü Cem’in arabasını boş bir yolda buldu; sürücü kapısı açıktı, yerde bir ayakkabı. Kavga izi yoktu, sadece sessizlik.
Jandarma günlerce aradı, ormanları, kuyuları, dereleri taradı. Hiçbir şey. Cem sanki parayla birlikte yok olmuştu.
Ali umudunu kaybetmemeye çalıştı ama Murat gergindi, zayıflamıştı.
— Ödülü almamız gerek — dedi bir gece fısıldayarak.
— Cem’in ne olduğunu bilmeden olmaz.
— Ya dönmezse? Payından vaz mı geçeceksin? — diye sertçe baktı Murat.
Ali cevap vermedi. Sesinde bir şey onu ürkütmüştü.
Haftalar sonra Cem’in cesedi, kasabadan yirmi kilometre uzaktaki bir nehirde bulundu. Gazeteler “kaza” dedi ama Ali inanmadı. Çok fazla sessizlik, çok fazla eksik vardı.
Bilet hâlâ kayıptı.
Bir gece, atölyesinde eski bir masa tamir ederken arkasında ayak sesleri duydu. Döndü. Murat’tı. Solgundu, elleri titriyordu.
— Parayı aldım — dedi.
Ali’nin elinden çekiç düştü.
— Ne yaptın sen?
— Yapmam gerekeni. Benim payım da vardı.
— Ya Cem?
Murat sessiz kaldı. O sessizlikte Ali her şeyi anladı.
Kavga acımasızdı. Kırılan tahtalar, bağırışlar, tek bir kuru ses. Sessizlik çöktüğünde Murat yerde hareketsiz yatıyordu. Ali ellerine baktı: kan. O anda anladı, bütün dünya parası değersizdi.
Haftalar sonra gazetelerde manşet çıktı: “Göksu’nun üç piyango kazananından geriye tek bir hayatta kalan kaldı.”
Ama kimse gerçeği bilmiyordu.
Ali kasabadan ayrıldı, sahilde bir ev aldı. Günlerini ufka bakarak geçiriyordu. Geceleri bazen Cem’in gülüşünü duyar gibi oluyordu, o akşamki gibi, her şeyin mümkün göründüğü zamanlardan.
Çamur ve kan lekeli bilet hâlâ bir çekmecede saklıydı. Ve Ali, milyonlarına rağmen, bir daha huzurla uyuyamadı. Çünkü para, kimse bakmazken gerçekte kim olduğumuzu ortaya çıkarırdı.