Zavallı bir sokak kemancısı her gün aynı sokak köşesinde müzik çalar; ta ki onu dinlemek için sık sık duran kör kadın, yıllar önce onu bir araba kazasından kurtarana kadar.

Zavallı bir sokak kemancısı her gün aynı sokak köşesinde müzik çalar; ta ki onu dinlemek için sık sık duran kör kadın, yıllar önce onu bir araba kazasından kurtarana kadar.

Fakir bir sokak kemancısı her gün aynı köşede müzik çalar, ta ki sık sık durup onu dinleyen kör kadının, yıllar önce onu bir trafik kazasından kurtaran kişi olduğu ortaya çıkana kadar.

İstanbul’un eski semtlerinden birinde, Arnavut kaldırımlı dar bir sokakta, her akşam genç bir sokak sanatçısı olan Levent aynı köşeye yerleşirdi. Parlak balmumuyla parlatılmış keman kutusunu açar, içine yeni teller takılmış enstrümanını çıkarır, önüne mütevazı bir tahta kutu koyardı. Elinde yayı, kalbinde rüzgârla yarışan bir sabırla, eski taş binalar ve sarı sokak lambaları arasında süzülen melankolik notaları çalmaya başlardı.

Levent her zaman sokak sanatçısı olmamıştı. İstanbul’un kenar mahallerinden birinde, mütevazı bir evde büyümüştü. Annesi ona on yaşındayken kemanın ilk akorlarını öğretmişti. Babası çoktan gitmişti; annesi ofislerde temizlik yaparak oğlunun müzik eğitimi alabilmesi için çabalıyordu. Fakat imkânlar kısıtlıydı. Özel dersler, kitaplar, yarışmalar—hepsi parayla mümkündü. Sonunda Levent, sanatına ulaşmanın en dürüst yolunun doğrudan insanlara çalmak olduğunu anladı. Sokakta çalmak sahne olmadan da bir sahneydi. Bir zamanlar yerel bir müzisyenden “ileride alacağım alkışlar” sözü karşılığında aldığı keman, onun sesi, sığınağı ve mesleği haline gelmişti.

Her akşam güneş ufukta kaybolmadan önce Levent, eski bir sokak lambasının altında kemanını akort ederdi. Turistler geçer, mahalleli işten döner, sokak tekerlek ve konuşma sesleriyle dolardı. Derken, uğultu hafifler, ilk arpej duyulurdu — neredeyse bir iç çekiş gibi — ve ardından melodi büyürdü: acı, umut ve tatlılık arasında. Kimi zaman kendi eserlerini çalardı: “Tellerin Düşü”, “Taş Sokakların Yolu”, “Taburedeki Işık”. Kimi zaman Bach ya da Tanburi Cemil Bey gibi ustalara saygı duruşunda bulunurdu. Her notası, parayla ölçülmeyen bir şey sunardı: kalpten doğan duyguyu.

Önündeki kutu, günlerin sessiz tanığıydı: bozuk paralar, küçük banknotlar, bazen de heyecanla bağış yapan turistlerin dövizleri. Ama onun için asıl değer, birinin durup dinlemesiydi — bir dakika, yedi dakika, bir şarkı boyunca. O sessizliklerde görünmeyen bağlar kurulurdu.

Bir yaz akşamı, rutinini bitirirken bir şey fark etti. Sokak lambasının yanındaki taş bankta bir siluet durdu. Açık renkli bir pardösü giymiş, saçları toplanmış, gözlerinde koyu renk gözlükler olan bir kadındı. Kör olduğu belliydi. Müziğe kapılmış gibi durdu, sanki notalar onu çağırmıştı. Levent son notayı uzunca tuttu. Kadın hafifçe alkışladı — kısaydı ama duyguluydu — ve sonra bastonuna dayanarak yaklaştı.

— İyi akşamlar — dedi kadının sesi yumuşak ama kararlıydı. — Her gün evimin kapısında çalıyorsunuz. Müziğiniz sessizliklerime ışık oluyor. İsminizi öğrenebilir miyim?

Levent şaşırdı, utangaçça yanıtladı:
— Levent. Dinlediğiniz için ben teşekkür ederim.

Kadın gülümsedi. Adı İsmet Hanımdı. Beyaz bastonunu sıkıca tutuyordu. O günden sonra, İsmet Hanım her gün aynı köşeye geldi. Dinledi, sustu, derin bir nefes aldı. Bazen birkaç kelime konuştular: müzik, hayat, neden o köşe… Levent, büyük salonlarda çalma hayali kurduğunu ama hayatın onu bu sokağa getirdiğini anlattı. Kadın da, bu melodilerin ona kaybettiği umudu, ışığı ve inancı yeniden verdiğini itiraf etti.

Bir gün, yağmur ince ince yağarken, Levent kalabalığın eksik olduğunu fark etti. Derken beyaz bir şemsiye belirdi. İsmet Hanım’dı. Bastonuna yaslandı, müziği dinledi. Şarkı bitince derin bir nefes aldı ve dedi ki:
— Levent Bey… Belki hatırlamazsınız ama… Yıllar önce siz beni kurtarmıştınız.

Levent şaşkınlıkla baktı. Kadın devam etti:
— Bu sokağın karşısında bir araba bana çarpmıştı. O gün beni kaldıran, kolumdan tutup hastaneye götüren sizdiniz. Şoktaydım, kim olduğunuzu hiç öğrenemedim. Ama o genç kemanlı adam… sizdiniz.

Levent’in kalbi hızlandı. O günü hatırladı: keman çalışırken bir kadının arabayla yere düştüğünü görmüş, koşup yardım etmişti. Ama onu bir daha göreceğini hiç düşünmemişti.
— Unutmadım — dedi sessizce. — Sadece yardım etmek istemiştim.
— Ben unutmadım — dedi kadın. — O günden sonra görme yetimi kaybettim ama o anın ışığı içimde kaldı. Ve her gün kemanınızı dinlerken o ışığı yeniden hissediyorum.

O andan sonra, Levent’in müziği anlam kazandı. Artık sadece notalar değildi; kalplere dokunmanın bir yoluydu. Her akşam çaldı, her akşam o köşede İsmet Hanım vardı.

Bir kış günü kar hafifçe yağarken, Levent özel bir eser çaldı: “Gölgede Işık”. İnsanlar durdu, dinledi. Müzik havada asılı kaldı. Son nota bitince, İsmet Hanım ayağa kalktı ve sadece dedi ki:
— Bana ışığımı geri verdiniz.
Levent gözleri dolu bir şekilde karşılık verdi:
— Siz olmasaydınız, neden çaldığımı asla bilemezdim.

O günden sonra, köşe artık yalnız değildi. Müzik, iki ruhun hikâyesine dönüştü. Çevredeki insanlar onları fark etti, çocuklar ritim tuttu, bir yaşlı adam bastonunu kenara koyup alkışladı. Ve herkes anladı: sokak müziği gürültü değil, hatıraların sesidir.

Bahar geldiğinde, badem çiçekleri arasında İsmet Hanım bir süre görünmedi. Annesini görmek için köyüne gitmişti. Döndüğünde, Levent onu küçük bir konser salonuna davet etti. “Gölgede Işık” adlı eserini ilk kez orada çaldı. Salonda sessizlik oldu, alkışlar ikisine geldi. Çünkü o eser sadece Levent’in değil, ilhamını veren kadının da eseriydi.

Ve böylece, İstanbul halkı artık o köşedeki kemancıyı tanıyordu — ruhuyla çalan genç adamı ve onu her gün dinleyen kör kadını. Ünleri albümlerle değil, kalplerle yayıldı. İnsanlar notlar bıraktı: “Bize hayatın şarkı olabileceğini hatırlattığın için teşekkürler.”

Levent sonunda anladı: müzik onun mesleğiydi, ama aynı zamanda misyonuydu. Her sokakta, her bekleyişte bir mucize saklıydı. Ve bazen birini kurtarmak, yıllar sonra bir melodide yeniden hayat bulurdu.

İsmet Hanım ise artık görmüyordu ama “görüyordu”: rüzgârın tonlarını, taşların adımlarını, sonbaharın tadını. Güzelliğin bazen gözle değil, kalple duyulduğunu biliyordu.

Her akşam, Levent köşesine gider, kemanını çalar. Orada, sessizce, İsmet Hanım oturur. Ve notalar havada süzülürken, dünya bir anlığına şarkıya dönüşür.

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News