ZENGİN OĞUL BABASINI HUZUREVİNE TERK ETTİ… AMA O YAŞLI ADAMIN GİZLEDİĞİ SIR KADERLERİNİ DEĞİŞTİRECEKTİ
İstanbul’da güneş, beton binaların üstüne acımasız bir parlaklıkla vuruyordu.
Levent Arslan, pahalı takım elbisesi ve İsviçre saatiyle “Huzur Evi Rahmet Kapısı”nın koridorunda yürürken, yüzünde yalnızca sabırsız bir ifade vardı. Bu bir görevdi onun için — sevgi değil, mecburiyet.
Yanında, seksen üç yaşındaki babası, Hasan Arslan, ağır adımlarla ilerliyordu. Üzerinde hep giydiği eski ceket vardı. Levent o ceketten nefret ederdi; köyü, marangoz atölyesini, fakirliği hatırlatıyordu çünkü.
— Baba, karar verildi artık, dedi Levent, gözlerini kaçırarak. — Burada iyi bakacaklar sana. Doktorlar, yemek, sıcak oda…
— Peki ya aile, oğlum? diye sordu Hasan, yorgun bir tebessümle.
Levent sessiz kaldı.
Huzurevi müdürü hemen geldi, genç iş adamının soyadını tanır tanımaz saygıyla eğildi.
— Babanız 12 numaralı odada kalacak, Bay Arslan. Hiç endişeniz olmasın.
Hasan Bey çevresine baktı: televizyonun karşısında sessizce oturan yaşlılar, yüzü gülmeyen bir hemşire, keskin bir dezenfektan kokusu.
— Ne kadar kalacaksın yanımda? diye sordu.
— Toplantım var baba. Pazar günü gelirim.
Yaşlı adam başını eğdi, yatağa oturdu.
Levent arkasına bile bakmadan çıktı.
Günler geçti. Ama hiçbir Pazar gelmedi.
Hasan Bey her akşam huzurevinin bahçesinde oturur, gökyüzüne bakardı. Elinde eski bir defter vardı, içine bir şeyler yazardı. Kimse ne yazdığını sormazdı.
Bir gün genç bir hemşire, Elif, yanına geldi.
— Hasan amca, hep ne yazıyorsun oraya?
— Hatıralar kızım… Ve unutmamak için sözler.
Elif onu çok sevdi. Hasan amca farklıydı; diğer yaşlılara yardım eder, bozulan saatleri, radyoları tamir ederdi.
— Mühendis gibi ellerin var, Hasan amca.
— Vardı evladım, diye gülümsedi o. — Hayat bana öğretti ki, diplomalar karnını doyurmuyor her zaman.
Bu sırada Levent’in parıltılı dünyası çökmeye başladı.
“ArslanTech” şirketi iflasın eşiğindeydi. Ortaklar kaçtı, bankalar kapıya dayandı.
Hayatında ilk defa yenilgi tattı.
Bir gece çaresizlikle eski dosyaları karıştırırken, babasının adının yazılı olduğu bir klasör buldu:
“Umut Projesi”
İçinde çizimler, formüller, hesaplamalar ve açılmamış bir mektup vardı.
“Oğlum, bir gün para seni kim olduğunu unutturursa, şunu hatırla: Gerçek zenginlik, satın aldıklarında değil, inşa ettiklerinde gizlidir.
Bu proje, bir işçinin elinden çıktığı için reddedildi. Ama ben sakladım. Belki sen, başkalarının göremediğini görürsün.”
Levent’in elleri titredi. Çizimleri inceledi: çevre dostu, yeni bir motor tasarımıydı. Babası bir mucitmiş… ama kimse bilmemişti.
Ertesi sabah arabasına atlayıp huzurevine gitti.
Kapıdaki görevli şaşırdı.
— Aylar oldu sizi görmeyeli, Bay Arslan.
Bahçeye girdiğinde babası güvercinleri besliyordu.
— Baba… “Umut Projesi”ni neden söylemedin bana?
Hasan Bey başını kaldırdı, sessizce baktı.
— Çünkü paradan bahsetmediğimde beni hiç dinlemedin, oğlum.
Levent’in sesi kırıldı:
— Haklıydın. Aptallık ettim. Ama bu proje… Şirketi, her şeyi kurtarabilir.
Yaşlı adam acı bir tebessüm etti.
— Şirketini mi kurtaracaksın, yoksa ruhunu mu?
Sessizlik çöktü.
Hasan Bey zorlukla ayağa kalktı, çekmeceden bir defter çıkardı.
— İşte tasarımın tamamı. Ama senden bir söz istiyorum.
— Ne istersen baba.
— Eğer bu başarıya ulaşırsa, kazandığın her kuruş, sesi hiç duyulmayan çocuklara gitsin.
Levent ağladı. Yıllardır ilk kez babasına sarıldı.
Haftalar sonra, “Umut Motoru” tanıtıldı. Enerji dünyasında devrim yarattı.
Ama konferansta, binlerce insanın önünde Levent mikrofonu aldı:
“Bu icat benim değil. Bu, sistemin görmezden geldiği bir işçinin eseri — babamın.
Bana öğrettiği şey şu: Gerçek başarısızlık, para kaybetmek değil, insanlığını kaybetmektir.”
Salon ayakta alkışladı.
Arka sırada, tekerlekli sandalyede Hasan Arslan gözyaşları içinde gülümsüyordu.
Aylar sonra Levent, şirketini vakfa dönüştürdü. Yoksul gençleri mühendislik eğitimiyle buluşturdu.
Kapısında bir plaka asılıydı:
“Hasan Arslan’ın Anısına — Yeteneğin soyadı yoktur.”
“Huzur Evi Rahmet Kapısı”, onun bağışıyla yenilendi.
Artık yaşlılar orada sadece beklemiyor, üretiyor, çiçek yetiştiriyor, huzur buluyordu.
Levent her hafta ziyarete gidiyordu.
Bazen rüzgâr estiğinde, babasının sesi kulağında yankılanıyordu:
“Artık oldu, oğlum. Gerçekten inşa etmeyi öğrendin.”
Onu fakirliğiyle küçümsediler… ama o, dünyaya gerçek değeri öğretti.